Ekonomik Büyüme ile Refah Arasındaki Uçurum

Ekonomik büyüme, uzun yıllardır ülkelerin başarısını ve gelişmişliğini ölçmenin en temel göstergesi olarak kabul ediliyor. Gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) rakamları yükseldiğinde, hükümetler başarıdan söz ediyor, piyasalar olumlu tepki veriyor, uluslararası değerlendirme kuruluşları not artırımı sinyali veriyor. Ancak bu parıltılı büyüme tablosunun arkasında giderek derinleşen bir eşitsizlik ve toplumsal huzursuzluk dalgası yükseliyor. Çünkü ekonomik büyüme ile bireylerin gerçek yaşam kalitesi arasındaki bağ, sanıldığından çok daha zayıf bir noktada bulunuyor.

Günümüzde birçok ülke, büyüme rakamlarında başarı elde etmesine rağmen yoksulluk, gelir dağılımı bozukluğu ve toplumsal refah düzeyinde bir ilerleme kaydedemiyor. Büyüyen ekonomi içerisinde oluşan katma değer, adil bir şekilde topluma dağılmadığında, büyüme yalnızca belirli kesimlerin lehine çalışıyor. Bu nedenle, bir ülkenin ekonomisi büyüyor olabilir ancak halkın büyük çoğunluğu bu büyümeden pay alamıyor. Bu durum ekonomik başarı ile toplumsal memnuniyet arasındaki çelişkinin temelini oluşturuyor.

Refah, yalnızca gelir düzeyiyle sınırlı olmayan, bireylerin eğitim, sağlık, güvenlik, çevre, barınma ve sosyal katılım gibi alanlardaki yaşam kalitesini kapsayan çok boyutlu bir kavramdır. Ancak mevcut ekonomik sistemler çoğu zaman bu alanları ikinci plana itiyor ve yalnızca üretim artışı ve sermaye birikimi gibi göstergelere odaklanıyor. Bu da büyümenin niteliğini sorgulamayı gerekli kılıyor. Örneğin, bir ülkenin GSYİH’sı artarken işsizlik oranı sabit kalıyorsa veya daha kötüsü artıyorsa, bu büyüme kimin için anlamlıdır? Aynı şekilde, çevresel yıkım pahasına elde edilen sanayi üretimi artışı, gelecek nesiller için nasıl bir refah yaratabilir?

Ekonomik büyüme ile refah arasındaki bu kopukluk, son yıllarda daha görünür hale gelmiştir. Özellikle pandemi sonrası dönemde birçok ülkede borsalar yükselirken temel ihtiyaçlara erişim zorlaştı, konut fiyatları artarken evsizlik sorunu büyüdü, şirket karları rekor kırarken çalışanların reel ücretleri yerinde saydı. Bu çarpıklıklar, büyümenin adaletli paylaşımını ve insani kalkınma anlayışını yeniden gündeme getirdi.

Neoliberal ekonomi politikalarının yoğunlaştığı dönemlerde, “büyüme refahı getirir” anlayışı mutlak bir doğru gibi sunuldu. Ancak zamanla ortaya çıkan deneyimler, bu tezin tek başına geçerli olmadığını gösterdi. Gelir dağılımı adaleti sağlanmadan, sosyal politikalar güçlendirilmeden, emek piyasaları düzenlenmeden ve kamu hizmetleri yaygınlaştırılmadan elde edilen büyüme, toplumun büyük kısmı için yalnızca istatistiksel bir başarıdan ibaret kalıyor. Bu noktada devletin yeniden düzenleyici ve dengeleyici rolü önem kazanıyor. Sosyal güvenlik ağlarının güçlendirilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, çalışan haklarının korunması gibi unsurlar olmadan gerçek bir refah artışından söz etmek mümkün değil.

Ayrıca, refahın yalnızca ekonomik temelli bir mesele olmadığı, kültürel, psikolojik ve çevresel boyutlar taşıdığı da göz ardı edilmemelidir. Toplumların huzuru, bireylerin kendini güvende, değerli ve umutlu hissetmesiyle doğrudan ilişkilidir. Bu ise yalnızca maddi zenginlikle sağlanamaz. İnsanların geleceğe duyduğu güven, demokratik katılım imkanları ve adalet duygusu da refahın temel bileşenleri arasında yer alır. Oysa ekonomik büyüme politikaları çoğu zaman bu alanları dışlayarak dar bir başarı anlayışına indirgenmektedir.

Sonuç olarak, ekonomik büyüme önemli bir araçtır ancak asıl amaç olan toplumsal refah ile her zaman örtüşmemektedir. Büyümenin refaha dönüşmesi, politik tercihlerin yönüne, toplumun dayanışma kapasitesine ve kurumların etkinliğine bağlıdır. Bu nedenle sadece “ne kadar büyüdük” sorusu değil, “nasıl ve kimin için büyüdük” sorusu da sorulmalı; kalkınma politikaları bu çok boyutlu sorgulama üzerinden şekillendirilmelidir. Aksi takdirde büyüme ile refah arasındaki uçurum derinleşmeye devam edecek ve ekonomik başarı, toplumsal çöküşün habercisi haline gelecektir.