Ekonomi ile siyaset arasındaki ilişki, tarihin her döneminde birbirini etkileyen iki kuvvet olarak karşımıza çıkmıştır. Günümüzde ise bu etki daha da görünür hale gelmiş durumda. Siyasi belirsizlik, sadece yerel değil küresel piyasalarda da ekonomik çalkantılara neden olabiliyor. Son yıllarda yaşanan gelişmeler, dünya ekonomisinin artık sadece ekonomik göstergelerle değil, siyasi atmosferle de yön bulduğunu açıkça ortaya koyuyor. Türkiye de bu denklemde önemli bir örnek oluşturuyor. Gerek iç politikada yaşanan değişim dinamikleri, gerekse dış ilişkilerdeki gerilimler, ekonomik istikrarı doğrudan etkileyen unsurlar haline gelmiş durumda.
Küresel piyasalarda son dönemde artan jeopolitik riskler, seçim belirsizlikleri ve kutuplaşma eğilimleri yatırımcı güveninde dalgalanmalara neden oluyor. ABD’de başkanlık seçimleri, Avrupa’da artan aşırı sağ eğilimler, Orta Doğu’daki çatışmalar ve Asya’daki güç dengesi arayışları küresel sermayenin yönünü belirlemede etkili oluyor. Bu tür gelişmeler, yatırımcıların risk iştahını azaltırken, güvenli limanlara olan talebi artırıyor. Sonuç olarak piyasalarda ani dalgalanmalar, para birimlerinde değer kayıpları ve borsalarda sert satışlar görülebiliyor.
Türkiye özelinde siyasi belirsizlik, zaman zaman ekonomik göstergelerin önüne geçebiliyor. Seçim dönemlerinde piyasalarda yaşanan dalgalanmalar, politika değişiklikleri ve yönetim tarzına dair beklentiler, yatırım kararlarını doğrudan etkiliyor. Belirsizlik ortamı arttığında, özellikle yabancı yatırımcılar temkinli davranmayı tercih ediyor. Bu da sermaye çıkışına, döviz kurlarında yükselişe ve finansman maliyetlerinde artışa yol açabiliyor. Öte yandan içerideki yatırımcı da bu atmosferden etkilenerek yatırım planlarını erteliyor, tasarruf eğilimini artırıyor ya da dövize yöneliyor.
Siyasi belirsizlik yalnızca ekonomik aktörleri değil, toplumun genelini etkileyen bir faktördür. Tüketici güveni azalır, harcama eğilimi düşer, beklentiler zayıflar. Bu durum, reel sektöre doğrudan yansır. Şirketler daha temkinli hareket eder, büyüme planlarını askıya alır, yeni istihdam yaratma konusunda çekimser davranır. Uzun vadede bu tablo, ekonominin potansiyel büyüme hızını düşürür ve kalkınma sürecini sekteye uğratır.
Ancak önemli olan sadece belirsizliğin varlığı değil, yönetilme biçimidir. Demokratik kurumların gücü, hukuk sistemine duyulan güven, şeffaflık ve hesap verilebilirlik, bu tür belirsizliklerin etkisini azaltabilir. Türkiye’nin geçmişinde de siyasi krizlerin ekonomik krizlere nasıl dönüştüğüne dair birçok örnek mevcuttur. Ancak aynı zamanda doğru politikalarla bu krizlerden çıkışın mümkün olduğunu gösteren örnekler de vardır.
Küresel ölçekte de benzer bir tablo karşımıza çıkıyor. Siyasi belirsizlikler artık sadece bir ülkenin sınırları içinde kalmıyor; finansal entegrasyon ve küresel ticaretin derinliği nedeniyle bir ülkenin siyasi gerilimi, başka ülkelerde ekonomik etkiler yaratabiliyor. Bu da dünya ekonomisinde kırılganlığı artırıyor. Pandemi sonrası toparlanmaya çalışan küresel ekonominin önünde, sadece ekonomik değil siyasi engellerin de olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor.
Sonuç olarak, farklı ülkelerde farklı sebeplerle ortaya çıkan siyasi belirsizlikler, ekonomik olarak benzer sinyaller üretmeye başladı. Sermaye kaçışı, kur dalgalanmaları, enflasyonist baskılar ve büyüme kaygıları bu sinyallerin başında geliyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde bu etkiler daha da derin hissedilebiliyor. Bu nedenle ekonomik istikrar arayışında sadece mali politikalar değil, aynı zamanda siyasi zeminin güven verici ve öngörülebilir olması da büyük önem taşıyor. Ekonominin güvenle büyüyebilmesi, siyasi iklimin de istikrarlı ve şeffaf olmasına bağlıdır.