Uluslararası ilişkiler tarihi, jeopolitik çıkarlar ile ticaretin kesiştiği bir mücadele alanıdır. Küreselleşmenin yükselişiyle birlikte ekonomi ve siyaset arasındaki bu gerilim daha da karmaşık hale geldi. Peki, küresel ticaretin şekillenmesinde son sözü kim söylüyor? Ekonomik çıkarlar mı, yoksa siyasi hesaplar mı? Bu soruya yanıt ararken, tarihten günümüze uzanan bir perspektifle olayları irdelemek gerekiyor.
Tarihsel Bağlam: Güç ve Refahın Dansı
Sanayi Devrimi’nden bu yana, devletler ticareti hem bir refah aracı hem de jeopolitik nüfuz silahı olarak kullandı. 19. yüzyılda İngiltere’nin “serbest ticaret” politikası, ekonomik çıkarların öncelendiği bir modeldi. Ancak bu dönemde bile Hindistan’daki sömürge yönetimi, siyasi kontrolün ekonomik sömürüyle nasıl iç içe geçtiğini gösteriyordu. 20. yüzyılda Soğuk Savaş, ticareti ideolojik bir cepheye dönüştürdü: Batı bloğu, Marshall Planı ile ekonomik iş birliğini demokrasinin kalkanı haline getirirken, Sovyetler Birliği Comecon aracılığıyla kendi ideolojik etki alanını genişletti. Bu dönemde siyaset, ekonomiyi açıkça gölgede bıraktı.
1990’larda küreselleşmenin zafer ilan edilmesiyle ekonomi ön plana çıktı. Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılması, Batı’nın “ticaret demokrasiyi yayar” inancını yansıtıyordu. Ancak 2000’lerde Çin’in yükselişi ve 2008 finansal krizi, bu iyimserliği sarstı. Ekonomik entegrasyon, siyasi gerilimleri azaltmak yerine, yeni güç mücadelelerini tetikledi.
Günümüzdeki Dinamikler: Yeni Soğuk Savaşın Gölgesinde Ticaret
21’nci yüzyılın başlıca çatışma ekseni, ABD-Çin rekabeti üzerinden şekilleniyor. Trump döneminde başlayan ticaret savaşları, teknolojiye erişim kısıtlamaları (Huawei yasağı) ve yarı iletken tedarik zinciri mücadelesi, ekonomik araçların siyasi amaçlar için nasıl mobilize edildiğini gösteriyor. Çin’in “Kuşak ve Yol” projesi ise ticareti bir “yumuşak güç” aracına dönüştürerek, Asya’dan Avrupa’ya jeopolitik etki alanı genişletme hedefini taşıyor.
Avrupa Birliği (AB) ise enerji tedarikinde Rusya‘ya bağımlılığın bedelini Ukrayna savaşıyla ödedi. AB’nin Rus gazına uyguladığı ambargolar, ekonomik maliyetine rağmen siyasi bir duruşun gereği olarak görüldü. Burada siyaset, ekonomiye ağır bastı. Ancak Almanya gibi sanayi devlerinin Çin’le ticari bağlarını koparmakta zorlanması, ekonomik gerçeklerin siyasi iradenin önüne geçebileceğini de kanıtlıyor.
Diğer yandan, Hindistan ve Türkiye gibi “çok kutuplu dünya” savunucuları, Batı ile Rusya/Çin arasında denge siyaseti izleyerek hem ekonomik fırsatları hem de siyasi manevra alanlarını maksimize etmeye çalışıyor. Bu ülkelerin NATO-Rusya geriliminde “tarafsız” kalırken Batılı şirketlere yatırım çağrısı yapması, ekonomi ve siyasetin nasıl iç içe geçtiğinin somut örneği.
Ekonomi mi, Siyaset mi? İkilemin Anatomisi
- Ekonomik Mantık: Serbest ticaret teorisi, karşılaştırmalı üstünlüklerin refahı artırdığını savunur. Örneğin, Çin’in düşük maliyetli üretimi ile ABD’nin teknoloji ihracatı arasındaki simbiyotik ilişki, 2000’lerde küresel büyümeyi tetikledi. DTÖ verilerine göre, 1995-2020 arasında dünya ticareti 5 kat büyüdü. Ancak bu büyüme, gelir eşitsizliği ve yerel endüstrilerin çöküşü gibi siyasi tepkileri de besledi.
- Siyasi Gerçekler: Devletler, ulusal güvenlik endişeleriyle ekonomik çıkarları feda edebiliyor. Hollanda’nın ASML’nin ileri çip makinelerinin Çin’e satışını engellemesi veya ABD’nin CHIPS Yasası ile yarı iletken üretimini yerelleştirmesi, teknoloji savaşlarında siyasetin öncelendiğini gösteriyor. Benzer şekilde, Rusya’ya yaptırımlar, Batılı şirketlerin kârlarını düşürmesine rağmen siyasi hedefler uğruna kabul edildi.
- Kırılma Noktası: Küresel Krizler: İklim değişikliği ve pandemi gibi küresel sorunlar, ekonomi-siyaset ilişkisini yeniden tanımlıyor. Örneğin, AB’nin “Yeşil Mutabakat” projesi, hem iklim hedeflerini hem de Avrupa sanayisini Çin rekabetine karşı korumayı amaçlıyor. Batı’nın nadir toprak elementlerinde Çin’e bağımlılığını azaltma çabaları ise temiz enerji geçişini bile jeopolitik bir mücadeleye dönüştürüyor.
Sonuç: İki Kutup Arasında Denge Arayışı
Ekonomi ve siyaset arasındaki mücadelede mutlak bir kazanan yok. Tarih, güçlü devletlerin bu ikisini stratejik olarak harmanladığında başarılı olduğunu gösteriyor. Çin, “ekonomik kalkınma” ile “ulusal güvenlik” arasında dengeli bir yol izlerken, ABD, teknolojik üstünlüğünü siyasi hegemonyasının temeli haline getiriyor.
Ancak küresel sistem çok kutuplu bir yapıya evrilirken, devletlerin “ya ekonomi ya siyaset” ikilemine sıkışması riski artıyor. Ukrayna savaşında olduğu gibi, siyasi çözümsüzlük tedarik zincirlerini çökertip enflasyonu tetikleyebiliyor. Bu nedenle, 21. yüzyılın liderleri, ticareti bir “sıfır toplamlı oyun” değil, karşılıklı bağımlılığın yönetileceği bir alan olarak görmek zorunda.
Ekonomi ve siyaset arasındaki dans devam edecek. Ancak kazanan, bu iki unsuru birbirine düşman değil, stratejik ortak olarak görenler olacak.