Modern dünyanın en temel ikilemlerinden biri, ekonomik büyüme, sosyal adalet ve çevresel denge arasında kurulması gereken hassas dengedir. Refah devleti modeli, 20. yüzyılın ortalarından bu yana toplumsal eşitsizlikleri azaltmak, temel kamu hizmetlerini erişilebilir kılmak ve sosyal güvenlik ağları oluşturmak üzere şekillendi. Sürdürülebilir kalkınma ise, 1987 Brundtland Raporu’yla küresel gündeme oturan ve “gelecek nesillerin ihtiyaçlarını tehlikeye atmadan bugünün gereksinimlerini karşılama” hedefini taşıyan bir paradigmayı temsil ediyor. Peki, bu iki yaklaşım birbiriyle ne ölçüde uyumlu? İdeal model, refah devletinin sosyal adalet vurgusunu mu yoksa sürdürülebilir kalkınmanın çevresel ve ekonomik denge arayışını mı önceliklendirmeli? Ya da her ikisini sentezleyen yeni bir perspektif mümkün mü?
Tarihsel Bağlam: Refah Devleti ve Sürdürülebilirliğin Kökenleri
Refah devleti, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da yükselen sosyal demokrat dalganın bir ürünü olarak ortaya çıktı. İskandinav ülkeleri başta olmak üzere, devletin piyasayı düzenleyerek vatandaşları işsizlik, hastalık ve yaşlılık gibi risklere karşı koruması, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri sunması temel prensipleri arasındaydı. Ancak bu model, büyük ölçüde fosil yakıtlara dayalı sanayileşme ve tüketim odaklı büyüme üzerine inşa edildi.
Sürdürülebilir kalkınma kavramı ise, 1970’lerdeki petrol krizi ve çevre felaketlerinin ardından doğan farkındalıkla şekillendi. Brundtland Raporu’nun yanı sıra 1992 Rio Zirvesi ve 2015 Paris İklim Anlaşması gibi adımlar, ekonomik kalkınma ile ekosistemlerin korunmasını uzlaştırma çabasını yansıtıyor. Ancak bu kez de, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, “yeşil dönüşümün” sosyal maliyetleri tartışma konusu oldu.
Çatışma ve Uyum Alanları
Refah devleti ile sürdürülebilir kalkınma arasındaki gerilim, genellikle kaynak dağılımı ve büyüme anlayışı etrafında dönüyor.
- Kaynakların Kıtlığı ve Öncelikler:
Refah devleti, yüksek vergilendirme ve kamu harcamalarıyla finanse edilir. Örneğin, İsveç’te kamu harcamaları GSYİH’nin %50’sini aşar. Sürdürülebilir kalkınma ise yenilenebilir enerji altyapısı, karbon vergileri ve ekosistem restorasyonu gibi yatırımlar gerektirir. Bu durumda, kaynaklar sosyal hizmetlere mi yoksa yeşil dönüşüme mi ayrılmalı? - Büyüme Paradigması:
Geleneksel refah devleti, ekonomik büyümeyi sosyal harcamaların finansmanı için bir ön koşul olarak görür. Ancak sınırsız büyüme, doğal kaynakların tükenmesi ve iklim kriziyle çelişir. Bu noktada, “yeşil refah” (green welfare) gibi kavramlar, ekonomik faaliyetleri ekolojik sınırlar içinde yeniden tanımlama ihtiyacını vurgular. - Eşitsizlik ve Adil Dönüşüm:
Fosil yakıt endüstrisinden uzaklaşmak, bazı bölgelerde işsizliğe yol açabilir. Refah devleti, bu geçiş sürecinde işçileri yeniden eğitmek ve sosyal koruma sağlamak için kritik bir rol oynayabilir. Örneğin, Almanya’nın kömür bölgelerinde uyguladığı “adil dönüşüm” politikaları, hem istihdam kaybını önlemeyi hem de temiz enerjiye geçişi hedefler.
Sentez İhtimali: Nasıl Bir Model?
İki paradigmayı birleştiren ideal bir model, aşağıdaki ilkeler üzerine kurulabilir:
- Katılımcı Demokrasi ve Planlama:
Hem sosyal politikalar hem de sürdürülebilirlik hedefleri, yerel halkın ve sivil toplumun katılımıyla belirlenmeli. Örneğin, Danimarka’da rüzgar enerjisi projelerine yerel halkın finansal ve karar alma süreçlerinde dahil edilmesi, direnci azaltmıştır. - Yeşil Kamu Yatırımları:
Kamu kaynakları, fosil yakıt sübvansiyonları yerine yenilenebilir enerji, toplu taşıma ve enerji verimliliğine aktarılmalı. Costa Rica’nın elektrik üretiminin %99’unu yenilenebilir kaynaklardan sağlaması, refah hizmetleriyle birleştiğinde başarılı bir örnek oluşturuyor. - Evrensel Temel Hizmetler ve Gelir:
Eğitim, sağlık ve temiz suya erişim gibi hizmetlerin ücretsiz sunulması, yoksulluğu azaltırken sürdürülebilir tüketim alışkanlıklarını teşvik edebilir. Finlandiya’nın deneysel evrensel temel gelir projesi, bu alanda önemli veriler sağlamıştır. - Döngüsel Ekonomi ve İş Modelleri:
Atık üretiminin minimize edildiği, kaynakların geri dönüştürüldüğü bir ekonomi, hem istihdam yaratabilir hem de çevresel ayak izini azaltabilir. Hollanda’nın 2050’ye kadar tam döngüsel ekonomi hedefi, bu vizyonu somutlaştırıyor.
Zorluklar ve Riskler
- Finansman: Yeşil ve sosyal dönüşüm, önemli bir sermaye birikimi gerektirir. Karbon vergileri, servet vergileri ve uluslararası fonlar (örneğin Yeşil İklim Fonu) çözümün parçası olabilir.
- Küresel Eşitsizlik: Gelişmiş ülkelerin tarihsel karbon emisyonları, onları dönüşümde öncü rol almaya zorluyor. Ancak gelişmekte olan ülkelerde refah hizmetleriyle sürdürülebilirlik arasında seçim yapmak daha zor.
- Siyasi İrade: Kısa vadeli seçim hesapları, uzun vadeli planların önüne geçebilir. İsveç’in 2045’te net sıfır emisyon hedefini anayasal düzeyde taahhüt etmesi, siyasi kararlılığın önemini gösteriyor.
Sonuç: İki Hedefi Birleştiren Yeni Bir Sosyal Sözleşme
Refah devleti ile sürdürülebilir kalkınma arasında bir seçim yapmak yerine, her ikisini de merkeze alan “ekolojik refah devleti” konsepti giderek güç kazanıyor. Bu modelde:
- Sosyal adalet, iklim adaletiyle iç içe geçer.
- Ekonomik büyüme, doğal sermayenin korunmasıyla sınırlandırılır.
- Vatandaşlık hakları, temiz hava, su ve gıda güvenliğini de kapsar.
İsveç, Finlandiya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler, bu yönde adımlar atıyor. Ancak küresel ölçekte başarı için, uluslararası iş birliği, teknoloji transferi ve dayanışma şart. Unutmamak gerekir: İklim krizi ve derinleşen eşitsizlikler karşısında, “ya refah ya sürdürülebilirlik” ikilemi yanıltıcıdır. Gerçekçi çözüm, insanın ve gezegenin refahını ortak bir gelecek tasarımında buluşturmaktır.
—
Bu sentez, ancak cesur politik tercihler, yenilikçi teknolojiler ve toplumsal mutabakatla hayata geçirilebilir. İdeal model arayışı, nihayetinde insanlığın kolektif bilgeliğinin bir sınavıdır.