Popülizmin Jeopolitik Riskleri ve Ekonomik Maliyetleri

Popülizm, halkın doğrudan iradesine vurgu yapan, çoğu zaman elit karşıtı bir siyasal tutum olarak tanımlanabilir. Ancak bu tanımın ötesinde, popülist liderlerin uygulamaları çoğu kez kısa vadeli halk desteği kazanma amacıyla uzun vadeli riskleri görmezden gelen bir siyaseti beraberinde getirir. ABD Başkanı Donald Trump’ın görev süresi boyunca izlediği popülist söylem ve politikalar, bu yaklaşımın küresel jeopolitik dengeler üzerindeki etkilerini ve Amerikan ekonomisine olan maliyetini somut bir şekilde gözler önüne sermiştir.

Trump yönetiminin en belirgin özelliklerinden biri, geleneksel müttefiklerle kurulan ilişkilerin sorgulanması ve çok taraflı diplomasi yerine “Önce Amerika” doktrininin benimsenmesiydi. Bu yaklaşım, NATO gibi köklü savunma ittifaklarının iç dinamiklerini zayıflatırken, ABD’nin küresel liderlik rolünü sorgulatır hale getirdi. Transatlantik ilişkilerde yaşanan gerilimler, Avrupa’nın ABD’ye olan stratejik bağımlılığını gözden geçirmesine neden oldu ve Çin ile Rusya gibi güçlerin daha agresif manevralar yapmasına zemin hazırladı. Popülist refleksle yürütülen dış politika, istikrar yerine çatışma potansiyelini artırdı.

Ekonomik alanda da Trump’ın popülist tutumu ciddi maliyetler yarattı. Ticaret savaşları, özellikle Çin ile yürütülen gümrük tarifesi hamleleri, Amerikan tarım ve sanayi sektöründe ciddi dalgalanmalara yol açtı. Trump yönetimi bu adımları “Amerikan işçisini koruma” söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştı, ancak sonuçta birçok Amerikan şirketi tedarik zincirinde belirsizlik yaşadı ve maliyetler arttı. Çin’in misillemeleri tarım ihracatını hedef alırken, ABD devleti milyarlarca dolarlık tarım sübvansiyonlarıyla bu zararı telafi etmeye çalıştı. Bu durum, devlet bütçesi üzerinde baskı oluştururken, sürdürülebilir bir ekonomik stratejiden uzaklaşıldığını ortaya koydu.

Finansal piyasalar da bu politikalardan nasibini aldı. Trump’ın sosyal medya üzerinden yaptığı agresif açıklamalar ve diplomatik krizlere neden olan çıkışları, yatırımcı güveninde sarsılmalara neden oldu. Belirsizlik arttıkça risk primi yükseldi; bu da hem doğrudan yatırımları hem de sermaye piyasalarını olumsuz etkiledi. Ayrıca, FED üzerinde kurduğu siyasi baskılar, merkez bankası bağımsızlığını zedeleyerek kurumsal güveni aşındırdı.

Göç politikaları üzerinden yürütülen söylem, iç siyasette oy getirisi sağlarken dış politikada yeni krizlerin kapısını araladı. Meksika sınırına örülen duvar, Latin Amerika ile ilişkilerin soğumasına neden olurken, Orta Amerika’daki insani krizleri derinleştirdi. ABD’nin moral üstünlüğünü dayandırdığı göçmenlik ve insan hakları söylemi, bu dönemde ciddi bir erozyona uğradı.

Sonuç olarak Trump döneminde izlenen popülist politikalar, kısa vadeli iç siyaset kazançlarına karşılık uzun vadede hem ABD’nin küresel konumunu zayıflattı hem de ekonomik istikrarı tehdit etti. Popülizm, seçmen desteğini kazanmak için etkili bir araç olabilir; ancak bu yaklaşım, rasyonel karar alma süreçlerini boşa çıkararak uluslararası sistemde ciddi riskler yaratır. Trump örneği, popülizmin küresel ölçekte nasıl maliyetli ve istikrarsızlaştırıcı sonuçlar doğurabileceğini gösteren önemli bir ders niteliğindedir.