Kalkınma Yalnızca Büyüme Değildir, Paylaşmadır

Kalkınma uzun yıllar boyunca ekonomik büyüme rakamlarıyla özdeşleştirildi. Bir ülkenin gelişmişliğini ölçmenin temel yolu, genellikle Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’daki artış ya da kişi başına düşen gelir düzeyinin yükselmesi olarak kabul edildi. Oysa bugün daha net bir biçimde görülüyor ki kalkınma yalnızca üretim ve tüketim hacminin büyümesiyle tanımlanamaz. Gerçek kalkınma, toplumsal refahın artması, eşitsizliklerin azalması ve bireylerin insan onuruna yakışır bir yaşam sürmesiyle mümkündür. Büyüme, ekonomik bir sonuçtur; ama paylaşım, kalkınmanın vicdanıdır. Bu nedenle kalkınma yalnızca büyüme değildir, esasen bir paylaşma meselesidir.

Bir ülke ne kadar büyürse büyüsün, eğer bu büyüme toplumun tüm kesimlerine adil bir şekilde yayılmıyorsa, yalnızca bir avuç insanın servetine servet katmasına hizmet ediyorsa, bu kalkınmadan çok uzak bir durumdur. Kalkınmanın özünde insan vardır. İnsanları yok sayan, onları dışlayan ya da sadece üretim aracı olarak gören hiçbir sistemin uzun vadeli başarı sağlaması mümkün değildir. Ekonomik büyümenin toplumsal faydaya dönüşmesi için paylaşıma dayalı politikaların geliştirilmesi şarttır. Paylaşım derken yalnızca gelir paylaşımını değil, karar alma süreçlerinde, kaynak kullanımında, hizmet sunumunda adil ve katılımcı bir yaklaşımı da kastetmek gerekir.

Eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi temel hizmetlerin herkes için erişilebilir olması, kalkınmanın en somut göstergelerinden biridir. Bu hizmetlere yalnızca belirli bir sınıfın ya da kesimin ulaşabildiği bir toplumda kalkınma olduğundan söz edilemez. Toplumun tüm bireylerinin yaşam kalitesinin yükseltilmesi, yalnızca devletin değil, sivil toplumun, özel sektörün ve bireylerin ortak sorumluluğudur. Bu noktada dayanışma, sosyal adalet ve kamu yararı gibi kavramlar kalkınma anlayışının merkezine yerleşmelidir. Aksi takdirde büyüme sadece rakamların yükselmesinden ibaret kalır; toplumun büyük bir kısmı ise bu büyümenin dışında bırakılır.

Kalkınmayı paylaşım odaklı düşünmek, yalnızca gelir eşitliği değil; aynı zamanda kültürel, çevresel ve sosyal sürdürülebilirliği de dikkate almayı gerektirir. Doğal kaynakların adil kullanımı, kadınların, çocukların, yaşlıların, engellilerin ve diğer kırılgan grupların sisteme dahil edilmesi, yerel kalkınmanın desteklenmesi bu anlayışın temelini oluşturur. Çünkü gerçek kalkınma, toplumun en zayıf halkasını ne kadar ileriye taşıyabildiğinizle ölçülür. Lüks tüketimin değil, insani yaşamın öncelendiği bir sistem inşa edilmediği sürece, büyüme istatistiklerinin arkasında biriken eşitsizlikler, sosyal huzursuzlukların ve krizlerin temelini oluşturur.

Paylaşmaya dayalı kalkınma anlayışı, yalnızca bir ideal değil, aynı zamanda ekonomik olarak da sürdürülebilirliğin temelidir. Gelir adaleti ve sosyal güvenlik, tüketim gücünü artırır, iç pazarı canlandırır ve toplumsal barışı güçlendirir. Adil bölüşüm, sadece ahlaki değil, aynı zamanda stratejik bir gerekliliktir. Bu nedenle kalkınma politikaları tasarlanırken yalnızca büyüme hedeflenmemeli; bu büyümenin nasıl ve kimler arasında pay edileceği sorusu da en az o kadar önemsenmelidir.

Bugün dünyada gelişmiş olarak görülen ülkelerin çoğunun ortak noktası, sadece zengin olmaları değil, bu zenginliği toplumun geniş kesimlerine ulaştırabilmiş olmalarıdır. Sosyal refah devletleri, güçlü kooperatif yapıları, katılımcı yönetim biçimleri ve kamusal hizmetlere erişimin eşitliği, bu ülkelerde kalkınmanın bir lüks değil, bir hak olarak görülmesini sağlamıştır. Gelişmekte olan ülkeler için de kalkınmanın yolu, yüksek kuleler dikmekten değil, herkes için sağlam temeller inşa etmekten geçer.

Kalkınma, yalnızca daha fazlasına sahip olmakla ilgili değildir; birlikte daha iyi yaşamanın yollarını aramaktır. Bu da ancak paylaşarak, birlikte üreterek ve birlikte karar alarak mümkündür. Ekonomik büyüme bir araç olabilir; ama asıl hedef, insanı ve yaşamı merkeze alan bir toplum yapısı kurmaktır. Bu nedenle kalkınmayı büyüme ile eşitlemek eksik bir bakıştır. Gerçek kalkınma, paylaştıkça çoğalan bir iyilik halidir.