Ekonomik liberalizm, son iki yüzyıldır küresel politikaların bel kemiğini oluşturan bir ideolojidir. Serbest piyasa, özel mülkiyet, sınırlı devlet müdahalesi ve bireysel özgürlükler üzerine kurulu bu sistem, bir yandan refah ve teknolojik ilerleme vaat ederken, diğer yandan eşitsizlik ve sermaye egemenliğiyle eleştiriliyor. Peki ekonomik liberalizm gerçekten toplumsal refahın anahtarı mı, yoksa küresel kapitalizmin hegemonyasını meşrulaştıran bir araç mı?
Ekonomik Liberalizmin Vaadi: Büyüme ve Özgürlük
Ekonomik liberalizmin savunucuları, insanlık tarihindeki en büyük refah artışının bu sistem sayesinde gerçekleştiğini savunur. Serbest ticaretin yaygınlaşması, teknolojik yenilikler ve rekabetçi piyasalar, 20. yüzyılda küresel yoksulluğun azalmasında, orta sınıfın genişlemesinde ve yaşam standartlarının yükselmesinde kritik rol oynadı. Örneğin, Dünya Bankası verilerine göre 1990-2015 arasında 1.1 milyar insan aşırı yoksulluktan kurtuldu. Çin ve Hindistan gibi ülkeler, piyasa reformlarıyla yüz milyonlarca insanı yoksulluktan çıkardı.
Ayrıca, ekonomik liberalizm bireysel özgürlüklerle ilişkilendirilir. Devletin ekonomiden elini çekmesi, girişimcilere alan açarak yenilikçiliği teşvik eder. Silikon Vadisi’nin teknoloji devrimi veya Güney Kore’nin “Han Nehri Mucizesi” gibi örnekler, bu argümanın somut kanıtları olarak sunulur. Liberal ekonomistler, “görünmez el”in kaynakları en verimli şekilde dağıttığını ve özgür toplumların daha dinamik olduğunu vurgular.
Eleştiriler: Eşitsizlik ve Hegemonya
Ancak ekonomik liberalizmin karanlık bir yüzü var. Karl Marx’ın “kapitalizmin doğası gereği sömürücü” olduğu uyarısından bu yana, sistemin yarattığı eşitsizlikler derinleşti. Oxfam’ın 2023 raporuna göre, dünya nüfusunun en zengin %1’i, küresel servetin %46’sını kontrol ediyor. ABD’de CEO’lar, ortalama bir çalışanın 300 katından fazla kazanıyor.
Bu eşitsizlik, ekonomik liberalizmin “rekabet adilse herkes kazanır” söylemini sorgulatıyor. Finans kapitalin küresel ölçekteki gücü, devletleri ve demokrasiyi zayıflatıyor. Örneğin, 2008 krizinde bankaların kurtarılması, “sosyalize edilen riskler, özelleştirilen kârlar” eleştirilerini doğurdu. Ayrıca, serbest ticaret anlaşmaları, gelişmekte olan ülkelerin sanayilerini çökertirken, çok uluslu şirketler vergi cennetleriyle kamu kaynaklarını eritiyor.
Post-kolonyal teorisyenler, ekonomik liberalizmin Batı merkezli bir hegemonya olduğunu savunur. IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum programları”, borçlu ülkeleri kemer sıkma politikalarına mahkûm ederek sosyal harcamaları kısıtlıyor. Bu durum, Noam Chomsky’nin deyimiyle “piyasa demokrasisi”nin gerçekte bir plütokrasi (zenginler yönetimi) olduğunu gösteriyor.
İki Senaryo Arasında Gerçeklik
Ekonomik liberalizm, ne saf bir refah aracı ne de tamamen baskıcı bir düzendir. Tarih, bu sistemin bağlam ve kurumlara göre farklı sonuçlar doğurduğunu gösteriyor. Örneğin, İskandinav ülkeleri serbest piyasayı güçlü sosyal devletle dengeleyerek yüksek refah seviyelerine ulaştı. Buna karşılık, ABD’de deregülasyon ve sendikasızlaşma, çalışan sınıfın gelirlerini durgunlaştırdı.
Küreselleşme, bazılarına fırsat penceresi açarken, diğerlerine kapıyı kapattı. Dijital devrim, uzmanlaşmış işgücüne ihtiyaç duydukça, düşük vasıflı işler otomasyonla yok oldu. Bu da “kazananlar ve kaybedenler” ayrımını keskinleştirdi.
Yol Haritası: Denge Arayışı
Ekonomik liberalizmin geleceği, aşırılıklardan kaçınmaya bağlı. Piyasa dinamiklerini tamamen reddetmek mümkün değil, ancak sosyal adalet ve ekolojik sürdürülebilirlik olmadan sistem krize sürüklenir. İlerici vergi reformları, evrensel temel gelir, yeşil ekonomiye yatırım ve şirketlerin sosyal sorumlulukları gibi mekanizmalar, kapitalizmin yıkıcı etkilerini törpüleyebilir.
Aynı zamanda, uluslararası kurumların şeffaflaştırılması ve gelişmekte olan ülkelerin küresel karar alma süreçlerine dahil edilmesi, hegemonya iddialarını zayıflatabilir.
Sonuç: İnsan Odaklı Bir Sistem Mümkün mü?
Ekonomik liberalizmi salt “refah” veya “hegemonya” ikilemine sıkıştırmak eksik kalır. Asıl soru, bu sistemin kimin refahını öncelediğidir. Tarih, ekonomik liberalizmin insanlık için araçsallaştırılabileceğini, ancak kontrolsüz bırakıldığında yıkıcı olabileceğini gösteriyor. Refahın adil dağıtıldığı, gezegenin sınırlarına saygı duyulan ve demokrasinin sermayeden güçlü olduğu bir model, ancak bilinçli siyasi tercihlerle inşa edilebilir.
Belki de cevap, ekonomik liberalizmi reddetmekte değil, onu insanlığın ortak çıkarına dönüştürmekte yatıyor.