Ekonomik istikrar, bir ülkenin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmasında temel yapı taşlarından biridir. Enflasyonun kontrol altında tutulduğu, büyümenin sürdürülebilir olduğu, istihdamın arttığı ve finansal piyasaların öngörülebilir şekilde işlediği bir ortam, toplumsal refahın da önünü açar. Ancak bu tabloya ulaşmak sanıldığı kadar kolay değildir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, kısa vadeli kazanımlar ile uzun vadeli hedefler arasında bir denge kurmak, ekonomik istikrarın temelini oluşturur. İşte tam da bu noktada “dengeli yaklaşım” kavramı devreye girer.
Ekonomi yönetiminde sıkça rastlanan iki uç yaklaşım vardır. İlki sadece büyümeye odaklanan, iç talebi teşvik ederek ekonomik canlanma sağlamaya çalışan politikadır. Diğeri ise enflasyonla mücadeleyi önceleyerek sıkı para ve maliye politikalarıyla ekonomiyi soğutmayı amaçlayan stratejidir. Her iki yaklaşım da kendi başına fayda sağlayabilir ancak aşırıya kaçıldığında ya iç talep daralmasıyla büyüme yavaşlar ya da kontrolsüz genişlemeyle enflasyon yükselir. Oysa ki sürdürülebilir bir ekonomi politikası, bu iki yaklaşım arasında dengeli bir çizgi izlemelidir.
Dengeli yaklaşımın temelinde uyumlu para ve maliye politikaları yer alır. Merkez bankası, enflasyon hedeflemesini ciddiyetle sürdürürken, maliye politikası da verimli harcamalarla kamusal kaynakların etkin kullanımını sağlamalıdır. Bu sayede hem fiyat istikrarı korunur hem de ekonomik büyüme desteklenir. Ayrıca yapısal reformların zamanında ve kararlılıkla hayata geçirilmesi, bu yaklaşımın kalıcı hale gelmesini sağlar.
Türkiye özelinde değerlendirildiğinde, geçmiş yıllarda uygulanan dengesiz politikaların ekonomik kırılganlıkları nasıl derinleştirdiği açıkça görülmektedir. Büyümeyi desteklemek amacıyla uygulanan kredi genişlemeleri, tüketim artışını körüklemiş; ancak beraberinde enflasyon ve cari açık gibi sorunları da getirmiştir. Öte yandan enflasyonla mücadele dönemlerinde uygulanan ani sıkılaşmalar, reel sektör üzerinde ciddi baskı yaratmış ve işsizlik artışına neden olmuştur. Bu nedenle Türkiye’nin önündeki en büyük sınavlardan biri, bu iki uç arasında denge kurabilmektir.
Dengeli bir ekonomik yönetim aynı zamanda sosyal dengeleri de gözetmelidir. Sadece makro göstergelerle değil, gelir dağılımı, yoksulluk oranı ve toplumsal refah düzeyi gibi kriterlerle de değerlendirilmelidir. Ekonomik büyüme birkaç sektör ya da kesim üzerinde yoğunlaştığında bu büyüme sürdürülebilir olmaktan çıkar. Bu bağlamda, bölgesel kalkınma projeleri, KOBİ destekleri, kadın ve genç girişimciliğine verilen teşvikler dengeli yaklaşımın sosyal ayağını oluşturur.
Küresel ekonomi de artık tek yönlü politikaların yetersiz kaldığını gösteriyor. Pandemi sonrası dönemde yaşanan arz-talep dengesizlikleri, enerji krizi, gıda fiyatlarındaki dalgalanmalar ve jeopolitik riskler, ülkelerin daha esnek ve çok boyutlu stratejiler geliştirmesini zorunlu kıldı. Türkiye’nin de bu dalgalanmalara karşı dirençli bir ekonomi inşa etmesi için yalnızca para politikası hamlelerine değil, aynı zamanda üretim, istihdam, teknoloji ve ihracat odaklı bir kalkınma modeline yönelmesi gerekiyor.
Sonuç olarak, ekonomik istikrar bir hedef değil bir süreçtir. Bu sürecin sağlıklı işlemesi için istikrarlı, şeffaf, öngörülebilir ve dengeli bir politika setine ihtiyaç vardır. Kısa vadeli popülist adımlar yerine, uzun vadeli stratejilerle hareket eden, piyasalarla iletişimi güçlü ve toplumsal faydayı önceleyen bir ekonomik anlayışla bu denge kurulabilir. Unutulmamalıdır ki, sağlam temellere dayanan bir ekonomik istikrar, yalnızca ekonomik göstergeleri değil, bir ülkenin tüm sosyal yapısını olumlu yönde dönüştürme potansiyeline sahiptir.