Ekonomik Gücün Jeopolitikle Sınavı: Küresel Büyüme Ne Kadar Sürdürülebilir?

Ekonomik büyüme, son iki yüzyıl boyunca insanlığın refah seviyesini benzeri görülmemiş şekilde artıran temel itici güç oldu. Ancak günümüzde büyümenin sürdürülebilirliği, yalnızca ekonomik parametrelerle değil, aynı zamanda jeopolitik kırılganlıklarla da sınanıyor. Küresel ekonomi, büyük bir dönüşüm ve belirsizlik döneminden geçerken, devletlerin ekonomik güç mücadelesi jeopolitik dengeleri her zamankinden daha fazla etkiliyor. Enerji arzı, gıda güvenliği, teknoloji rekabeti, tedarik zinciri stratejileri ve askeri bloklaşmalar gibi unsurlar, büyümenin kaderini tayin edecek karmaşık bir tablo çiziyor.

Son yıllarda ekonomik büyümenin motorlarından biri olan küreselleşme, artık birçok ülke için sorgulanan bir model haline geldi. Üretimin ucuz iş gücü ve vergi avantajları nedeniyle Asya’ya kaydırılmasıyla başlayan süreç, Batı’da ciddi sanayi erozyonuna ve gelir dağılımında adaletsizliğe yol açtı. Bu tablo, popülist siyasetin yükselmesine ve korumacılığın yeniden gündeme gelmesine zemin hazırladı. ABD-Çin ticaret savaşı bunun açık bir örneği oldu. Üstelik ticaretin ötesinde teknoloji ve veri alanındaki hegemonya yarışı, ekonomik büyümeyi yeni bir güvenlik perspektifine hapsetmeye başladı.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası enerji kartının açıkça bir jeopolitik araç olarak kullanılmaya başlanması, Avrupa’yı özellikle doğal gaz konusunda kırılgan hale getirdi. Bu durum, enerji arz güvenliğinin ekonomik büyümenin ayrılmaz bir parçası olduğunu bir kez daha gösterdi. Avrupa ülkeleri yenilenebilir enerji yatırımlarını hızlandırmaya çalışsa da, fosil yakıt bağımlılığının kısa vadede telafi edilemeyeceği ortaya çıktı. Enerji fiyatlarındaki dalgalanmalar, yalnızca tüketicilerin faturalarını değil, aynı zamanda üretim maliyetlerini de artırarak küresel enflasyonist baskıyı besliyor. Bu ortamda merkez bankaları faiz artırarak talebi soğutmaya çalışıyor, ancak bu politika büyüme üzerinde frenleyici bir etki yaratıyor.

Tedarik zincirleri ise pandemiden bu yana istikrarsız. Covid-19’un başlarında Çin’den Avrupa ve ABD’ye konteyner bile bulunamazken, bu kırılganlıkların ne kadar kritik olduğu tüm dünya tarafından tecrübe edildi. O zamandan bu yana birçok ülke, stratejik ürünlerde tedarik zincirlerini kısaltmak veya çeşitlendirmek için “yakınlaştırma” (nearshoring) ve “yeniden ülkeye döndürme” (reshoring) stratejilerine yöneldi. Bu stratejiler uzun vadede güvenlik sağlasa da, maliyetleri artırarak büyümenin hızını törpülüyor.

Tüm bu tabloya iklim krizi de ekleniyor. Aşırı hava olayları, tarım üretimini olumsuz etkileyerek gıda fiyatlarında dalgalanmalara sebep oluyor. Gelişmekte olan ülkeler için bu durum sosyal huzursuzluk riskini artırıyor. Öte yandan, karbon nötr hedefleri doğrultusunda yeşil enerji dönüşümü büyük bir yatırım gerektiriyor. Bu yatırımlar kısa vadede büyümeyi canlandırabilir; fakat kamu borç yükünü artırarak uzun vadede mali disiplini zorlayabilir.

Jeopolitik gerilimlerin sıklaştığı, bloklaşmanın arttığı bu ortamda ülkeler savunma harcamalarını da ciddi biçimde artırıyor. Bu kaynaklar aslında daha verimli alanlara kaydırılabilecekken, güvenlik endişesiyle askeri bütçelerde değerlendiriliyor. Bu da potansiyel büyümeyi gölgeleyen unsurlardan biri olarak ortaya çıkıyor.

Küresel büyümenin sürdürülebilir olup olmadığını tartışırken salt ekonomik modellerle cevap bulmak artık yeterli değil. Jeopolitik riskler, iklim değişikliği ve sosyal dinamikler gibi faktörlerin ekonominin kalbine yerleştiği yeni bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu nedenle küresel büyüme, yalnızca sermaye birikimi veya teknolojik ilerleme değil, aynı zamanda barış, işbirliği ve çevresel denge gibi alanlarda atılacak adımlarla garanti altına alınabilir. Aksi takdirde, büyüme sayılarla ölçülse bile, altında giderek derinleşen kırılganlıklar birikmeye devam edecek.

Ekonomik güç artık sadece zenginlik üretmekle ilgili değil; onu koruyacak, paylaşacak ve sürdürecek siyasi irade ve uluslararası uzlaşılarla da şekilleniyor. Dolayısıyla bugünün dünyasında küresel büyümenin sürdürülebilirliği, her zamankinden daha fazla jeopolitik akılla ve ortak menfaatleri gözeten stratejilerle sınavdan geçiyor.