Küresel piyasalarda son günlerde yaşanan gelişmeler, yalnızca ekonomik göstergelerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir yapıya işaret ediyor. Asya’dan Avrupa’ya, Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan geniş bir yelpazede, teknolojik dönüşüm ile jeopolitik baskıların iç içe geçtiği, risk ile fırsatın aynı zeminde dans ettiği bir dönemden geçiyoruz. Ekonomik veriler, siyasi gelişmeler ve stratejik yatırımlar birbirini tetikleyerek belirsizliğin temel dinamiğini oluşturuyor.
Asya cephesinde Japonya’nın Nikkei endeksindeki düşüş bölgesel kırılganlığı yansıtırken, Şangay borsasındaki yükseliş Çin’in ekonomik direncine işaret ediyor. Ancak Çin’in sadece istatistiksel başarılarla değil, yapay zeka alanında geliştirdiği stratejik yaklaşımlarla da öne çıktığı görülüyor. 600’den fazla üniversitede açılan AI programları, devlet destekli açık kaynak modellerin başarısı ve Huawei’nin yarı iletken projelerinde öz yeterlilik hedefi, sadece bir ekonomik toparlanma değil; aynı zamanda bir teknolojik bağımsızlık ilanı olarak değerlendirilebilir. Çin’in, ABD’nin teknoloji kısıtlamalarına karşı adeta 1960’lardaki “kendi göbeğini kesme” stratejisini yeniden yorumlaması, büyük güç rekabetinin yeni cephesini oluşturuyor.
Avrupa piyasalarında ise görünüm nispeten olumlu. DAX, CAC ve IBEX gibi büyük endekslerde görülen yükseliş, kıtanın sanayi üretimine ve tüketici talebine olan güvenin sürdüğünü gösteriyor. Ancak bu görünüm, AB içindeki yapısal sorunları maskelememeli. Özellikle ABD ile yapılan enerji anlaşmasına ilişkin farklı yorumlar ve Avrupa’nın Rus enerji kaynaklarına olan bağımlılığını azaltma çabaları, kıtanın enerji stratejisinde ciddi belirsizlikler yaratıyor. TTF gaz fiyatlarının Trump’ın Moskova’ya verdiği 10 günlük ultimatom sonrası yükselişe geçmesi, piyasanın siyasi gelişmelere ne denli duyarlı hale geldiğini gösteriyor. Bu durum, kış öncesi gaz stoklarını artırmaya çalışan Avrupa için yeni bir stres testi anlamına geliyor.
ABD piyasalarında ise görünüm çelişkilerle dolu. Yapay zeka hisseleri endeksleri yukarı taşısa da, temel değerleme metrikleri yatırımcılar için uyarı veriyor. Buffett’ın 1999’daki uyarılarına benzer bir şekilde, S&P 500’ün kazanç beklentileri düşerken endeksin yükselmesi, balon riskini artırıyor. Fed’in bu haftaki toplantısı, yalnızca faiz oranları açısından değil, merkez bankası bağımsızlığı bağlamında da tarihi önem taşıyor. Trump’ın Powell ile yaşadığı tartışma ve faiz indirimine yönelik siyasi baskılar, ABD ekonomik politikasında kurumsal istikrarın sınandığı bir dönemi işaret ediyor.
Teknoloji sektöründe ise devrim söylemi ile gerçek performans arasındaki mesafe büyüyor. AI şirketlerinin değerlemeleri ile operasyonel kârlılıkları arasındaki uçurum, 2000’lerin başındaki dot-com krizini çağrıştırıyor. Özellikle API maliyetleri nedeniyle ürünlerini sürdüremez hale gelen şirketler, “subprime AI krizi” benzetmesinin ne kadar yerinde olduğunu ortaya koyuyor. Sektör, pazarlama vaatleriyle yatırım çekerken, gelir modelleri açısından ciddi sürdürülebilirlik sorunları yaşıyor. Bu durum sadece risk değil, aynı zamanda daha sağlam temelli girişimler için fırsat da yaratıyor.
Küresel ticaret ilişkileri ise belirsizlikten çok daha fazlasını içeriyor. ABD-Çin gümrük vergisi ateşkesinin sona ermesine günler kalmışken, İsveç’te yürütülen müzakerelerin sonuçsuz kalması, küresel arz zincirlerini yeniden tehdit ediyor. Trump’ın Rusya’ya verdiği süre ve Hindistan’a uygulayabileceği gümrük vergisi tehditleri, ABD’nin ekonomik araçları diplomatik baskı unsurlarına çevirdiğini gösteriyor. Özellikle bakır gibi stratejik metallerdeki fiyat hareketleri ve bu ürünlerin yapay zeka veri merkezlerince yoğun tüketilmesi, jeopolitik kararların doğrudan emtia piyasalarına etkisini gözler önüne seriyor.
Ortadoğu’da ise çatışmaların uzaması ekonomik dengeleri doğrudan etkiliyor. İsrail’in Gazze’deki operasyonları nedeniyle bölgedeki siyasi baskının artması, enerji ve güvenlik yatırımları üzerinde dalgalanma yaratıyor. İngiltere’nin Filistin’i tanıma yönündeki söylemleri ve ABD’nin buna karşı duruşu, diplomatik dengelerin yeniden şekillendiğine işaret ediyor. Aynı zamanda Suriye’deki iç istikrarsızlık ve İran’ın bölgesel pozisyonu da enerji piyasaları açısından kritik bir risk faktörü.
Türkiye’de ise CDS priminin düşüklüğü kısa vadede olumlu bir sinyal verse de, reel sektördeki sorunlar derinleşiyor. Bedelli sermaye artışlarının artması, şirketlerin yatırım yerine borç ödeme hedefiyle hareket ettiğini gösteriyor. Kiralardaki dramatik artış ve ihracattaki düşüş, iç talebin ve üretim kapasitesinin sınandığını ortaya koyuyor. Merkez Bankası’nın kredi programlarındaki yavaşlama ise özel sektörün yatırım iştahının düşük olduğunu kanıtlıyor. IMF’nin büyüme tahminini yukarı yönlü revize etmesi kısa vadeli bir moral olsa da, içsel kırılganlıklar sürdükçe bu potansiyelin hayata geçmesi zor görünüyor.
Küresel ölçekte doğal afetler de artık ekonomik ajandanın merkezinde yer alıyor. Kamçatka’daki büyük depremin ardından Hawaii ve California için verilen tsunami uyarıları, tedarik zincirlerinden enerji altyapısına kadar geniş bir yelpazede ani şok risklerini gündeme getiriyor.
Sonuç olarak, dünya ekonomisi bir geçiş döneminden geçiyor. Yapay zeka ve yüksek teknoloji yatırımları büyük bir dönüşüm vaadi sunarken, jeopolitik belirsizlikler, finansal köpük riskleri ve kurumsal istikrar sorunları bu vaadin ne ölçüde gerçekleşeceğini belirleyecek. Bu ortamda, yatırımcıların tarihsel derslerden kopmadan, kısa vadeli coşkuya değil, uzun vadeli dayanıklılığa odaklanmaları her zamankinden daha hayati hale geliyor. Geçmişin “bu sefer farklı” yanılgılarından ders çıkararak, kalıcı değer üreten modellerin önceliklendirilmesi geleceğin kazananlarını belirleyecek.










