Ekonomi dünyasında öngörülebilirliğin önemi her geçen gün daha da artarken, hem içeride hem dışarıda yaşanan siyasi ve jeopolitik gelişmeler bu dengeyi sürekli olarak zorlamaya devam ediyor. Türkiye gibi stratejik bir bölgede yer alan ülkeler açısından bu gelişmelerin etkisi yalnızca dış ticaret veya yatırımcı güveniyle sınırlı kalmıyor; aynı zamanda para politikalarının yönü, enflasyon beklentileri ve genel ekonomik strateji üzerinde de doğrudan etkili oluyor. Son dönemde yaşanan İsrail-İran gerilimi ve buna bağlı gelişmeler, bu duruma iyi bir örnek teşkil ediyor.
Geçtiğimiz haftalarda tüm dünyayı şoke eden bir gelişme yaşandı: İsrail’in, İran’a yönelik doğrudan bir saldırı gerçekleştirmesiyle birlikte bölgede savaş ihtimali yeniden yüksek sesle telaffuz edilmeye başlandı. Bu saldırıya Amerika Birleşik Devletleri’nin de dolaylı olarak dahil olmasıyla birlikte, olaylar kısa sürede küresel bir kriz boyutuna taşındı. Ancak dikkat çekici olan, bu krizin ömrünün son derece kısa sürmesi ve hızla bir ateşkes sürecine evrilmesi oldu. Siyasi kulislerden sızan bilgiler, özellikle Trump ile İsrail Başbakanı arasında geçen sert bir telefon görüşmesinin bu sürecin seyrini etkilediğini gösteriyor. Trump’ın İsrail’e yönelik net uyarıları ve akabinde gelen ateşkes açıklamaları, krizlerin artık çok daha hızlı yaşanıp, aynı hızla sönümlendiği bir dönemde olduğumuzu teyit eder nitelikte.
Bu gelişmelerin ekonomi üzerindeki etkisi ise doğrudan hissedildi. Savaşın ilk saatlerinde, Hürmüz Boğazı’nın kapanma riski nedeniyle yükselen petrol fiyatları, ateşkesin ilan edilmesiyle birlikte sadece bir gün içinde yaklaşık %10 oranında geri çekildi. Aynı şekilde, savaş endişesiyle 3.500 dolar seviyesine yaklaşan altının ons fiyatı da hızla 3.300 dolar seviyelerine indi. Bu tür gelişmeler, özellikle enerji ithalatçısı ülkeler açısından olumlu bir tabloyu beraberinde getiriyor. Türkiye gibi enerjiye büyük oranda dışa bağımlı ülkeler için bu düşüşler doğrudan cari açık ve enflasyon üzerinde pozitif etki yaratabilecek gelişmelerdir.
Özellikle Mayıs ayında enflasyon artış hızının %2’nin altına inmesi, yaz aylarında da bu trendin %1 ila %1,5 seviyelerinde devam edebileceğine dair beklentileri artırdı. Haziran ayı enflasyonunun %1,50 civarında gerçekleşmesi, hem Merkez Bankası’nın hem de piyasanın orta vadeli planlamalar açısından elini güçlendirecektir. Türkiye’nin enflasyonist sürecinde yaşanan birkaç aylık gecikmenin, önümüzdeki dönemde daha kontrollü ve öngörülebilir bir seyirle telafi edilmesi mümkündür.
Merkez Bankası cephesinden gelen sinyaller de dikkat çekici. İsrail-İran gerginliğinin tırmandığı günlerde Merkez Bankası, politika faizinde herhangi bir değişikliğe gitmeyerek istikrarı önceleyen bir duruş sergilemişti. Üstelik beklentilerin aksine faiz koridorunda daraltmaya gitmemesi, kurumsal bağımsızlığını ve gerektiğinde proaktif adımlar atabilme yeteneğini koruduğunu göstermesi açısından önem taşıyor. Şimdi ise, olağanüstü bir gelişme yaşanmadığı takdirde Temmuz ayı itibarıyla faiz indirimlerinin gündeme gelmesi muhtemel görünüyor. Bu da hem piyasa dinamiklerini rahatlatabilecek hem de büyüme odaklı bir politika çerçevesine geçiş sinyali verebilecek önemli bir dönüm noktası olabilir.
Ülkemizin içinden geçtiği bu belirsizlikler içinde, ekonomik göstergeleri değerlendirmek artık sadece sayılara bakarak yapılabilecek bir iş olmaktan çıktı. Siyasi gelişmelerin ekonomik dengeler üzerinde ne kadar belirleyici olduğunu bir kez daha tecrübe ettiğimiz bu süreçte, hem kamu politikalarının hem de piyasa aktörlerinin çok daha çevik, çok daha esnek bir strateji ile hareket etmeleri kaçınılmaz. Türkiye’nin, bölgesel riskleri doğru okuyarak ve küresel eğilimlere zamanında cevap vererek, ekonomik istikrarını koruma konusunda önemli bir eşiğe geldiği aşikâr.










