Küreselleşen dünya ekonomisinde sermaye hareketleri artık sadece gelişmiş ülkelerin tekelinde değil. Gelişmekte olan ülkeler de uzun yıllardır uluslararası sermaye girişlerinin aktif aktörleri hâline gelmiş durumda. Türkiye de bu sürece, özellikle 1980 sonrası uygulanan dışa açılma ve serbest piyasa reformlarıyla dahil olmuştur. Bu reformlar çerçevesinde yabancı sermayeye yönelik teşvikler, serbest kur rejimi, finansal liberalleşme ve yabancı yatırımcılara yönelik hukuki güvencelerle, Türkiye ekonomisi doğrudan yabancı yatırım (DYY) ve portföy yatırımlarına açık bir yapıya bürünmüştür. Ancak bu açık kapı politikası beraberinde kritik bir soruyu da gündeme getirmiştir: Yabancı sermaye her gelişinde sevinmeli miyiz?
Bu sorunun cevabı, sermaye girişlerinin niteliği, amacı, süresi ve ekonomik yapıya katkısıyla yakından ilişkilidir. Her yabancı sermaye girişi ülkenin kalkınmasına katkı sağlamaz. Hatta bazı sermaye türleri, uzun vadede ekonomik bağımlılık, dış şoklara karşı kırılganlık ve yerli üretim üzerinde baskı yaratabilir. Dolayısıyla yabancı sermaye meselesine tek yönlü bir coşku ile yaklaşmak, yapısal analizden uzak bir ekonomik iyimserliktir.
Yabancı sermaye, genel olarak iki ana kategoriye ayrılır: doğrudan yabancı yatırımlar ve portföy yatırımları. Doğrudan yatırımlar, üretim kapasitesi oluşturan, istihdam yaratan ve uzun vadeli perspektife sahip yatırımlardır. Örneğin, bir yabancı otomotiv firmasının Türkiye’de fabrika kurması, hem üretime hem de yerli tedarik zincirine katkı sunar. Bu tür yatırımlar genellikle sürdürülebilir büyümeye hizmet eder ve teknolojik bilgi transferi, yönetim becerilerinin gelişimi gibi pozitif dışsallıklar yaratır. Elbette doğrudan yatırımın da bir koşulu vardır: yatırımcı ülkenin hukuk sistemine, siyasi istikrarına ve kuralların öngörülebilirliğine güvenmek ister.
Öte yandan portföy yatırımları, kısa vadeli kâr amacıyla yapılan sermaye girişleridir. Hisse senedi, devlet tahvili, bono gibi finansal enstrümanlara yapılan bu yatırımlar, ekonomiye geçici likidite sağlasa da üretim yapısına doğrudan katkı sunmaz. Bu tür sermaye akımları, yüksek faiz, kur avantajı ya da kısa vadeli arbitraj fırsatlarına göre hareket eder. Dolayısıyla politik belirsizlik, faiz indirimi, kur dalgalanması gibi durumlarda hızla ülkeyi terk edebilir. Bu da finansal piyasalarda ani ve sert dalgalanmalara, döviz rezervi kayıplarına ve yatırımcı güveninin aşınmasına neden olabilir. Böyle bir durumda gelen sermaye, ekonominin yapısal problemlerini çözmek bir yana, daha da derinleştirebilir.
Yabancı sermaye girişlerinin ekonomik etkisi, büyük ölçüde ülkenin bu sermayeyi nasıl kullandığına bağlıdır. Sermaye, doğru kanallara yönlendirildiğinde üretim kapasitesini artırır, verimlilik sağlar, cari açığı azaltır. Ancak dış kaynağın büyük bölümü tüketime, inşaata ya da ithalata dayalı sektörlere aktarılırsa, ekonomik yapıda geçici bir büyüme yaşansa bile uzun vadeli refah yaratılmaz. Türkiye’nin 2000’li yıllarda yaşadığı deneyim buna somut bir örnektir. Yüksek faiz ve istikrarlı kur politikasıyla çekilen portföy yatırımları, ağırlıklı olarak iç tüketime ve ithalata yönelmiş; bu süreçte cari açık kronik hâle gelmiş, dış borç yükü artmış, üretim-tüketim dengesi bozulmuştur.
Ayrıca yabancı sermayenin gelişi, her zaman rekabeti ve verimliliği artıran bir etki yaratmaz. Bazı durumlarda yerli üreticiler, sermaye ve teknoloji gücü yüksek yabancı firmalar karşısında rekabet gücünü yitirir. Bu da yerli sanayinin daralmasına, istihdam kaybına ve dışa bağımlılığın artmasına yol açabilir. Üstelik yabancı firmaların elde ettiği kârın yurt dışına transfer edilmesi, döviz rezervleri üzerinde olumsuz baskı yaratabilir. Dolayısıyla yabancı yatırımın ülke içinde ne kadar kaldığı, ne kadar değer ürettiği ve yerel aktörlerle ne ölçüde entegre olduğu dikkatle analiz edilmelidir.
Bir başka önemli boyut da yabancı sermaye girişlerinin siyasi ve stratejik etkisidir. Yabancı yatırımcıların kritik sektörlerde yoğunlaşması, özellikle enerji, haberleşme, altyapı gibi alanlarda ülke egemenliği açısından tartışmalara yol açabilir. Devletin stratejik karar alma mekanizmaları, uluslararası şirketlerin baskısı altında kalabilir. Bu nedenle, ekonomik bağımsızlık ve milli güvenlik kavramlarıyla çelişmeyecek, sürdürülebilir ve milli çıkarlara uygun bir yabancı yatırım politikası oluşturulmalıdır.
Tüm bu değerlendirmeler ışığında, yabancı sermaye gelişine her zaman sevinmenin, ekonomik rasyonalite ile bağdaşmadığı ortaya çıkmaktadır. Önemli olan, sermaye girişinin niteliği, amacı, süresi ve yönlendirilme biçimidir. Üretime katkı sağlayan, istihdam yaratan, teknolojiyi getiren ve yerli ekosistemle bütünleşen yatırımlar, elbette desteklenmelidir. Ancak sadece faiz avantajı nedeniyle gelen, spekülatif amaçlı kısa vadeli sıcak para girişleri konusunda temkinli olunmalıdır.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için doğru strateji, dış kaynaklara bağımlılığı azaltacak yapısal reformlar ve üretim odaklı ekonomik politikalar geliştirmektir. Yerli yatırımcıyı teşvik eden, yüksek teknolojiye yatırım yapan, beşeri sermayeyi güçlendiren ve hukuki öngörülebilirliği artıran bir model, yabancı sermayeyi sürdürülebilir biçimde çekecek en sağlam temeldir.
Sonuç olarak, yabancı sermaye gelişini kutlamak için önce onun neye hizmet ettiğini sorgulamak gerekir. Yabancı yatırım, eğer ülkenin uzun vadeli hedeflerine katkı sunuyorsa ve yerli dinamikleri destekliyorsa değerlidir. Aksi hâlde, geçici refah hissi yaratan, yapısal sorunları derinleştiren, kırılganlıkları artıran bir kaynak olabilir. Bu nedenle, her gelen sermaye değil, doğru gelen sermaye önemlidir. Ekonomik politikaların hedefi de bu ayrımı net biçimde gözetmek olmalıdır.










