Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2024 yılına ait doğurganlık verileri, ülkemizin demografik yapısında ciddi bir kırılma noktasına doğru ilerlediğine işaret ediyor. 15-49 yaş aralığındaki kadınların ortalama çocuk sayısını gösteren toplam doğurganlık hızı, 1,51’den 1,48’e gerileyerek tarihi bir düşük seviyeye ulaştı. Bu oran, sadece bir istatistikten ibaret değil; Türkiye’nin sosyal yapısından iş gücü piyasasına, ekonomik büyüme kapasitesinden sosyal güvenlik sistemine kadar pek çok temel alanda etkisi olacak derin dönüşümlerin habercisi.
Bir ülkenin nüfusunun kendini yenileyebilmesi için doğurganlık hızının en az 2,10 olması gerekiyor. Bunun altına düşüldüğünde nüfus önce yaşlanmaya, ardından mutlak anlamda azalmaya başlıyor. Türkiye, 2000’li yıllarda bu eşik değerin hemen üzerinde seyretse de, özellikle 2015’ten sonra istikrarlı bir düşüşe girdi. Bugün geldiğimiz nokta, yalnızca demografik bir mesele değil; aynı zamanda ekonomik, toplumsal ve kültürel bir meseledir.
Düşen doğurganlık hızının temelinde birçok faktör yatıyor. Şehirleşme, kadınların eğitim seviyesindeki artış, iş gücüne katılımın yükselmesi, evlilik yaşının ertelenmesi, ekonomik belirsizlikler, yüksek konut ve çocuk bakım maliyetleri, aile içi rollerin değişimi, bireyselleşmenin yaygınlaşması gibi nedenler, çocuk sahibi olma kararlarını ya geciktiriyor ya da tamamen engelliyor. Özellikle genç kuşaklar arasında çocuk sahibi olmanın artık “zorunlu” değil, “tercihe bağlı” bir yaşam seçimi olarak görülmesi bu trendin daha da kalıcı hale gelebileceğine işaret ediyor.
Avrupa ülkeleri bu gerçekle yıllardır yüzleşiyor. Çoğu ülkede doğurganlık hızları 2,10’un oldukça altında. Hızla yaşlanan, bazı ülkelerde mutlak nüfusu da azalan Avrupa, bu durumu tersine çevirmek için göç politikalarından aile destek programlarına kadar pek çok farklı araç denedi; ancak bugüne kadar kalıcı ve sürdürülebilir bir çözüm üretilebilmiş değil. Türkiye için endişe verici olan, bu sorunla artık bizim de yüz yüze gelmiş olmamız. Bugün Avrupa’da Bulgaristan (1,81), Fransa (1,66), Danimarka (1,50) gibi ülkeler Türkiye’den daha yüksek doğurganlık hızlarına sahip. Bu tablo, Türkiye’nin “genç nüfus avantajı” olarak tanımlanan temel rekabet gücünü hızla kaybetmekte olduğunu gösteriyor.
Ekonomik açıdan bakıldığında bu gelişmelerin etkileri uzun vadede daha da net hissedilecek. Genç ve dinamik nüfus, üretimin, tüketimin ve yeniliğin ana kaynağıdır. Doğurganlık hızındaki düşüş, zamanla iş gücü arzında daralmaya neden olacak, üretkenliği sınırlayacak ve ekonomik büyüme hızını düşürecektir. Bu durum sosyal güvenlik sistemlerini de zorlayacak; daha az çalışan, daha fazla emekliye bakmak zorunda kalacak. Eğitimden sağlığa, konut piyasasından emeklilik sistemine kadar tüm toplumsal dengeler bu dönüşümden etkilenmeye başlayacak.
Konu yalnızca sayıların meselesi değil; aynı zamanda sosyoekonomik yapının geleceğini tayin edecek kadar derin bir dönüşüm. Çocuk sahibi olmak, bireysel bir tercih olarak kalırken, devletin aile politikaları bu tercihi şekillendirmede önemli bir rol oynuyor. Barınma imkanlarının kolaylaştırılması, çocuk bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılması, çalışan ebeveynlere yönelik desteklerin artırılması gibi adımlar, doğurganlık hızının en azından dengelenmesine katkı sunabilir. Ancak bugüne kadar uygulanan politikaların sınırlı etkisi olduğu görülüyor. Bu da daha cesur, uzun vadeli ve toplumun değişen dinamiklerini dikkate alan bütüncül yaklaşımlar geliştirilmesini zorunlu kılıyor.
Türkiye, yıllardır gururla taşıdığı “genç nüfuslu ülke” kimliğinden hızla uzaklaşıyor. Bu değişim, kaçınılmaz olarak ekonomik yapıyı, iş gücü piyasasını ve sosyal refah dengesini yeniden şekillendirecek. Doğurganlık hızındaki düşüş, şimdilik teknik bir veri gibi görünse de, aslında Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek en kritik göstergelerden biridir. Bu nedenle bu meseleye yalnızca bir “aile meselesi” olarak değil, stratejik bir kalkınma meselesi olarak yaklaşmak gerekiyor. Aksi halde, yaşlanan bir toplumun ekonomik ve sosyal yükleriyle baş etmek, şimdiki kuşakların omzuna daha ağır yükler bindirebilir.
Bugün alınacak kararlar ve atılacak adımlar, yalnızca bugünü değil, Türkiye’nin gelecek 50 yılını da belirleyecek. Gerçek sorunlar, geç kalınmadan fark edildiğinde çözülebilir. Türkiye’nin bu sorunu sadece fark etmesi değil, cesaretle ele alması gereken bir eşikteyiz.