Türkiye’de nereye dönsek bir hoşnutsuzluk hikâyesiyle karşılaşıyoruz. Çalışanlar maaş artışlarından tatmin değil, emekliler zamları yetersiz buluyor. Reel sektör, yüksek finansman maliyetlerinden dolayı adeta isyan ediyor. Faizden iyi kazananlar bile memnun değil; hisse senedi piyasasında istedikleri getiriyi bulamıyor, Borsa’nın düşük performansından yakınıyorlar. Özetle; sistemde kimin hangi avantajı elinde tutsa da memnuniyet neredeyse yok. Çünkü işin kökünde enflasyon var. Bu yapbozun tüm parçaları enflasyonun belirleyiciliği altında biçimleniyor. Fiyat istikrarı sağlanmadan gerçek bir dengeye ulaşmak mümkün değil.
Geçtiğimiz hafta açıklanan yıllık enflasyon oranı yüzde 35 oldu. Kağıt üstünde Mart’taki politika sıkılaşmasının ardından düşüş eğilimi var. Ancak bu oran hâlâ çok yüksek. Üstelik son birkaç aylık enflasyon gerçekleşmeleri, beklentiler açısından bakıldığında para politikasını üç-dört ay geriye götürmüş durumda. Neden? Çünkü beklenti dediğimiz olgu yalnızca bugünkü faiz oranlarıyla şekillenmiyor; iç ve dış politik riskler, döviz rezervlerinin seviyesi, global emtia fiyatları ve jeopolitik gerilimler gibi pek çok unsur fiyatlamayı belirliyor.
Mart sonrası faiz artışı yapılmasaydı, muhtemelen döviz kuru hızla yukarı gider ve enflasyonda kontrollü görünen bu tablo bugünden çok daha karanlık olurdu. Ancak bunun da bir bedeli var: Rezervlerden 60 milyar dolar eridi. Ayrıca Merkez Bankası’nın kısa vadede faiz indirimine geçeceği beklentisi piyasada zaten fiyatlanıyordu. Haziran’daki toplantıda, Orta Doğu’da başlayan savaş nedeniyle petrol fiyatlarının bir anda yüzde 30 artması planları bozdu. Faiz indirimi ancak 24 Temmuz’daki toplantıya ertelenmiş oldu.
Amerika’da benzer bir tablo asla bu şekilde yaşanmaz. Başkan Trump, Fed’in faiz politikasını yerden yere vursa bile, Fed dönüp bakmaz bile; bildiğini okur. Türkiye’de ise siyaset ile bürokrasi arasındaki ilişki hiçbir zaman teknik düzeyde kalmadı. Merkez Bankası’nın üzerinde sürekli siyasi baskı olması bu yüzden sürpriz değil. Faiz indirimleri yalnızca ekonomik bir tercih değil, aynı zamanda siyasi bir hamle gibi görülüyor.
Faiz indirimlerinin varlık fiyatlarına olumlu etkisi sürecektir. Tabii siyasi tansiyon düşmeyeceğinden, yatırımcılar tetikte olmak zorundalar. Çünkü faiz indirimi beklentisi, Borsa’ya ve diğer varlık piyasalarına kısa vadeli canlılık getirse de, Türkiye gibi siyasi risk primi sürekli yüksek bir ülkede yatırımcı davranışları hiçbir zaman tam anlamıyla rasyonel dengeye oturmuyor. Herkes adeta eli tetikte bekliyor. Yarın ne olacağını, hangi açıklamanın ya da hangi kriz başlığının gündeme düşeceğini kimse öngöremiyor.
Bir başka kritik nokta daha var: TCMB üzerinde yoğun baskı sürerken, sadece faiz indirmekle yetinmeyip kredi musluklarını da açıp açamayacağı tartışılıyor. Çünkü sıkı para politikası devam ederken büyüme hızla soğuyor; reel sektör “nefes alamıyorum” diye bağırıyor. Ama aynı anda hem faizi indirip hem de kredileri coşturmak riskli. Bu, yapısal sorunları çözmeden günü kurtarmaya çalışan klasik popülist reçetelerden olur. Oysa Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu şey güvenilir, tutarlı ve öngörülebilir bir ekonomi yönetimi.
Bu nedenle Türkiye’de enflasyonun yeniden tek haneye inmesi, reel ücretlerin anlamlı şekilde artması ve piyasalarda gerçek dengelerin oluşması için önce siyasi aklın ekonomik kurallara saygı duyması gerekiyor. Aksi takdirde bugünlerde “kontrol altına alınıyor” dediğimiz enflasyon, yarın daha büyük fırtınalarla geri döner. Vatandaşın cebindeki para yine erir, şirketlerin bilançosu yine bozulur, yatırımcılar yine tetikte kalır. Sonuçta herkes aynı hoşnutsuzluk korosunda buluşur.
İşte Türkiye’nin çıkmazı da tam burada düğümleniyor: Para politikasıyla günü kurtarmaya çalışırken, asıl yapısal sorunlar her gün daha da derinleşiyor. Eğer bu kısır döngü kırılmazsa, ne çalışan ne emekli ne sanayici ne de yatırımcı tam anlamıyla memnun olabilecek. Üstelik o gün gelene kadar çok daha büyük bedeller ödemek zorunda kalacağız.









