Türkiye’de Neden Sürekli Bir Ekonomik Kriz Var?

Türkiye’de neden sürekli bir ekonomik kriz yaşandığı sorusu, yalnızca rakamlarla açıklanamayacak kadar derin ve çok boyutlu bir meseledir. Ekonomik krizler, sadece ekonomik göstergelerin kötüleşmesiyle ortaya çıkmaz; aynı zamanda siyasal tercihler, toplumsal yapılar, kurumsal zaaflar ve küresel gelişmelerin bileşimiyle şekillenir. Türkiye ekonomisinin geçmişine bakıldığında, döngüsel olarak tekrarlayan krizlerin temelinde yapısal sorunların çözülememesi, ekonomik karar alma süreçlerinin rasyonel zeminden uzaklaşması ve güven eksikliği başat faktörler olarak öne çıkmaktadır.

Türkiye’de krizlerin temelinde çoğu zaman sürdürülemez büyüme modelleri yer almıştır. Ekonomi uzun yıllar boyunca iç tüketime dayalı, dış kaynakla finanse edilen bir büyüme patikasında ilerlemiştir. Bu model kısa vadede yüksek büyüme rakamları üretse de, uzun vadede cari açık, yüksek dış borç ve kırılgan finansal yapı gibi sorunları beraberinde getirmiştir. Özellikle sıcak para girişlerine bağımlı hale gelen ekonomi, küresel faiz oranlarındaki dalgalanmalara veya siyasi belirsizliklere karşı son derece hassas hale gelmiştir. Her dış şokta Türk lirası değer kaybederken, enflasyon tırmanmış, faizler artmış ve ekonomik istikrar bozulmuştur.

Bir diğer önemli neden, ekonomi yönetiminde süreklilik ve öngörülebilirliğin sağlanamamasıdır. Kurumların bağımsızlığına müdahaleler, Merkez Bankası yönetiminin sık sık değiştirilmesi, faiz kararlarının ekonomik gerçeklerden ziyade siyasi baskılarla şekillenmesi, yatırımcı nezdinde büyük bir güven kaybı yaratmıştır. Ekonomik kararların kişiselleşmiş ve kuralsız hale gelmesi, piyasa aktörlerinin uzun vadeli plan yapmasını zorlaştırmış, sermayeyi üretken yatırımlardan uzaklaştırmıştır. Türkiye’de yaşanan birçok kriz, rasyonel ekonomi politikalarının terk edilmesinin ardından gelmiştir. Özellikle para politikasının araç bağımsızlığının yok sayılması, enflasyonla mücadelede etkisiz kalınmasına ve fiyat istikrarının bozulmasına neden olmuştur.

Türkiye’de krizlerin bir başka köklü nedeni de dışa aşırı bağımlı üretim yapısıdır. İthalata dayalı sanayi modeli, hem döviz ihtiyacını artırmakta hem de kur şoklarına karşı ekonomiyi savunmasız bırakmaktadır. Enerji, teknoloji, ara mallar gibi temel girdilerin yurtdışından temin edilmesi, döviz kurundaki her dalgalanmanın üretim maliyetlerine doğrudan yansımasına neden olmaktadır. Bu durum sadece firmaları değil, son kullanıcıyı da etkilemekte ve yüksek enflasyonla sonuçlanmaktadır. Krizler, bu bağımlılık nedeniyle döngüsel bir şekilde tekrar etmekte, her devalüasyon ya da dış finansman krizi ekonomiyi yeniden istikrarsızlığa sürüklemektedir.

Ayrıca Türkiye’de hukuk sistemine ve mülkiyet haklarına dair güvenin zayıflaması, ekonomik krizleri daha da derinleştiren bir unsur haline gelmiştir. Yatırımcılar için öngörülebilirlik ve hukuki güvenlik, en az finansal göstergeler kadar önemlidir. Ancak yargının bağımsızlığına ilişkin endişeler, kamu ihalelerinde şeffaflık eksikliği, ani düzenlemeler ve keyfi uygulamalar, yerli ve yabancı sermayeyi ürkütmektedir. Özellikle doğrudan yabancı yatırımların zayıf seyretmesi, uzun vadeli sermayenin Türkiye’ye yönelmesini zorlaştırmakta, bu da ekonomiyi kısa vadeli borç ve portföy yatırımlarına bağımlı kılmaktadır.

Toplumsal açıdan bakıldığında, ekonomik krizlerin sürekliliği aynı zamanda gelir dağılımındaki adaletsizliğin derinleşmesine ve sosyal huzursuzluklara da yol açmaktadır. Krizler en çok dar gelirli kesimleri vururken, varlıklı sınıflar genellikle bu dönemlerden daha az etkilenmekte veya fırsatlar yaratabilmektedir. Bu durum zamanla toplumsal güveni ve devlete olan inancı zayıflatmakta, krizin sadece ekonomik değil, siyasi ve sosyal boyutları da derinleşmektedir.

Türkiye ekonomisinin kırılganlığını kalıcı hale getiren bir diğer unsur da popülist politikaların ekonomi üzerinde baskı kurmasıdır. Seçim dönemlerinde aşırı kamu harcamaları, yapay faiz düşürmeleri, genişlemeci politikalar ve kontrolsüz kredi teşvikleri, kısa vadeli büyüme sağlarken, uzun vadede bütçe disiplini bozulmakta ve enflasyonist baskılar artmaktadır. Popülizm ile rasyonalite arasında gidip gelen bu ekonomi anlayışı, istikrarı sağlayacak kurumsal reformları sürekli erteler hale gelmiştir.

Sonuç olarak Türkiye’de sürekli ekonomik kriz yaşanmasının temelinde yapısal reformların eksikliği, güven zafiyeti, kurumsal erozyon ve dışa bağımlı büyüme modeli yatmaktadır. Krizlerin sadece dış şoklarla açıklanamayacak kadar sistematik ve tekrar eden doğası, sorunun temelde bir yönetişim ve sürdürülebilirlik meselesi olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’nin bu kısır döngüden çıkabilmesi, ancak hukukun üstünlüğünü yeniden tesis etmesi, ekonomik kurumları bağımsızlaştırması ve bilimsel temelli, uzun vadeli bir kalkınma stratejisi benimsemesiyle mümkün olacaktır. Aksi halde krizler sadece geçici birer sıkıntı değil, yapısal bir kader olmaya devam edecektir.