Türkiye ekonomisi, uzun süredir yapısal sorunlarla mücadele eden ve zaman zaman dışsal şoklara karşı kırılganlık gösteren bir yapıya sahip. Enflasyon, döviz kuru istikrarsızlığı, cari açık ve düşük tasarruf oranları gibi kronikleşmiş problemler, dönemsel politikalarla bastırılmaya çalışılsa da uzun vadeli ve stratejik bir dönüşüm olmadan kalıcı iyileşme mümkün görünmüyor. Bu noktada Türkiye ekonomisinin önceliklerinin, temel ihtiyaçlarının ve izlenmesi gereken stratejilerin yeniden ve doğru şekilde tanımlanması kaçınılmazdır.
Öncelikli olarak ekonomik istikrarın sağlanması, tüm stratejilerin üzerinde bir zorunluluk olarak durmaktadır. Çünkü belirsizlik ortamında yatırımcı kararları ertelenir, tüketici güveni zayıflar ve piyasalarda sağlıklı fiyatlama mekanizmaları bozulur. Bu nedenle, para politikasının öngörülebilir ve güven veren bir çizgide ilerlemesi birincil şarttır. Enflasyonla mücadele, bu çerçevenin mihenk taşı olmalı ve geçici çözümlerle değil, kurumsal bağımsızlığı garanti altına alınmış bir merkez bankası politikasıyla sürdürülmelidir.
Türkiye’nin kalkınma sürecinde üretim yapısının dönüşümü de acil bir ihtiyaçtır. Düşük katma değerli ve ithal girdiye bağımlı üretim modeli, küresel rekabette Türkiye’yi geride bırakmaktadır. Yüksek teknolojiye dayalı, verimliliği artırıcı ve nitelikli istihdam yaratan sektörlere yönelim, yalnızca ekonomik değil sosyal fayda da yaratacaktır. Tarım, sanayi ve hizmetler sektörlerinde verimlilik artışı hedeflenmeli, AR-GE yatırımları desteklenmeli, üniversite-sanayi iş birliği güçlendirilmelidir. Bu doğrultuda ihracata dayalı büyüme modeli yeniden tanımlanmalı ve sadece nicelik değil, nitelik bakımından da gelişmiş bir ihracat profili oluşturulmalıdır.
Sosyal adaletin ekonomik kalkınmanın ayrılmaz bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Gelir dağılımındaki bozulma, orta sınıfın erimesi ve yoksulluğun yaygınlaşması, toplumsal huzuru tehdit ederken aynı zamanda iç talebi de zayıflatmaktadır. Bu nedenle sosyal politikaların sadece destek amaçlı değil, aynı zamanda bireyleri üretim sürecine katıcı ve yetkinlik kazandırıcı şekilde tasarlanması gereklidir. Eğitim sisteminin kalitesini artırmak, iş gücü piyasasını dijitalleşmeye ve yeşil dönüşüme uygun hale getirmek, gençlerin ve kadınların iş gücüne katılımını artırmak artık bir tercih değil zorunluluktur.
Dış politikada ekonomik çıkarların ön planda tutulduğu bir yaklaşım benimsenmeli, ticari ilişkilerde çeşitliliğe gidilmelidir. Tek bir bölgeye ya da birkaç ülkeye bağımlı dış ticaret yapısı yerine çok yönlü ve dengeli bir dış ekonomik strateji izlenmelidir. Ayrıca küresel ekonomik dönüşümde öne çıkan dijitalleşme, yeşil enerji ve sürdürülebilirlik gibi alanlarda Türkiye’nin aktif bir oyuncu haline gelmesi için gerekli hukuki, altyapısal ve mali teşvikler zaman kaybetmeden sağlanmalıdır.
Finansal piyasaların derinliği artırılmalı, kaynakların verimli dağılımını sağlayacak kurumsal çerçeve güçlendirilmelidir. Bankacılık sisteminin reel sektöre kredi sağlama kapasitesi korunmalı, aynı zamanda sermaye piyasaları geliştirilerek alternatif finansman araçları yaygınlaştırılmalıdır. Kamu maliyesinde disiplin elden bırakılmamalı; vergi reformlarıyla tabana yayılan ve adil bir sistem kurulmalı, kayıt dışı ekonomiyle etkin mücadele edilmelidir.
Sonuç olarak Türkiye’nin ekonomik rotasında yeniden bir denge kurulması gerekiyor. Bu denge, istikrar ile büyüme, refah ile verimlilik, iç pazar ile dış rekabet, kamu ile özel sektör arasında kurulacak yeni bir anlayışı gerektiriyor. Popülist yaklaşımlardan uzak, uzun vadeli, kurumsal ve kapsayıcı bir ekonomi politikası, ancak bu temeller üzerine inşa edilirse sürdürülebilir bir kalkınma mümkün hale gelebilir. Türkiye, sahip olduğu genç nüfus, coğrafi konum ve girişimcilik potansiyeliyle bu dönüşümü başarabilecek kapasiteye sahiptir. Yeter ki öncelikler doğru belirlenip, stratejiler tutarlılıkla ve kararlılıkla hayata geçirilsin.