Londra’da yaptığı kapsamlı değerlendirmede Mehmet Şimşek, Türkiye ekonomisinin son iki yılda izlediği rotanın temel mantığını net bir çerçeveyle ortaya koydu. Bütçe disiplini, enflasyonla mücadele ve yapısal dönüşüm… Bakan’ın mesajlarının ortak noktası, geçici rahatlamalar yerine kalıcı kazanımlar üretme iddiasıydı. Özellikle kamu harcamalarındaki sıkılaşmanın ulaştığı seviye, ekonomi yönetiminin bundan sonraki adımları için alan açtığını gösteriyor. Tasarruf genelgesi kapsamındaki harcamaların bütçeye oranının yüzde 4,6’dan yüzde 3’e düşmesi, sadece rakamsal bir iyileşme değil; kamu maliyesinde zihinsel bir eşik aşımı anlamına geliyor.
Küresel ölçekte belirsizliklerin arttığı, ticarette korumacılığın güçlendiği bir dönemde Türkiye’nin konumunu “tam korunaklı değil ama dayanıklı” olarak tanımlayan Şimşek’in bu vurgusu önemli. ABD, Avrupa ve Japonya imalat sanayilerinde zemin kaybederken, tedarik zincirlerinin yeniden şekillenmesi Türkiye için stratejik bir fırsat penceresi oluşturuyor. Türkiye’nin dış ticaretinin büyük bölümünü serbest ticaret anlaşması yapılan ve yakın coğrafyadaki ülkelerle gerçekleştirmesi, kırılganlığı azaltan bir unsur. Bu tablo, “Terörsüz Türkiye” hedefiyle bölgesel entegrasyonun birlikte okunması gerektiğini de gösteriyor; zira çevrede istikrar arttıkça, en büyük ekonomik kaldıraç Türkiye’nin eline geçiyor.
Konuşmanın en dikkat çekici bölümlerinden biri enflasyon projeksiyonlarıydı. Yıl sonunda yüzde 31, gelecek yıl yüzde 20’nin altı ve sonrasında tek haneli enflasyon hedefi iddialı ama bugüne kadar atılan adımlar bu hedefin tamamen hayal olmadığını düşündürüyor. Enflasyonun birkaç yıl önce yüzde 60’ların üzerindeyken aşamalı şekilde gerilemesi, fiyat istikrarında “sabır politikası”nın benimsendiğini ortaya koyuyor. Buradaki kritik nokta, sıkı para ve maliye politikalarının toplumsal maliyetinin yönetilmesi. Şimşek’in bütçede açılan alanın altyapı, verimlilik ve hizmet kalitesine yönlendirileceğini vurgulaması, bu maliyetin telafi edilmesine yönelik bir mesaj niteliği taşıyor.
Yeşil dönüşüm vurgusu ise konuşmanın belki de en stratejik boyutuydu. Türkiye’nin son 24 yılda fosil yakıt ithalatına ödediği yaklaşık 1 trilyon dolarlık bedel, enerji bağımlılığının nasıl bir milli güvenlik ve kalkınma sorununa dönüştüğünü açıkça ortaya koyuyor. Toplam dış borcun bu rakamın yarısından az olması, yenilenebilir enerjiye geçişin neden bir tercih değil zorunluluk olduğunun altını çiziyor. Yenilenebilir enerji yatırımlarının hızlanması, sadece cari dengeyi değil, sanayi rekabetçiliğini de doğrudan etkileyecek bir dönüşüm anlamına geliyor.
Bütçe açığı ve deprem harcamalarına ilişkin verilen rakamlar ise ekonomi yönetiminin karşı karşıya olduğu zorluğu somutlaştırıyor. Yaklaşık 90 milyar dolarlık deprem harcamasına rağmen bütçe disiplininin korunması ve 600 bin konutun büyük bölümünde ilerleme sağlanması, mali politikanın önceliklerini gösteriyor. Buna ek olarak 500 bin sosyal konut hedefi, kira enflasyonunu aşağı çekmeye dönük yapısal bir müdahale olarak dikkat çekiyor. Risk priminin 700 baz puanlardan 240’ın altına gerilemesi de piyasaların bu çabayı satın aldığını gösteren güçlü bir sinyal.
Önümüzdeki döneme ilişkin asıl belirleyici başlık ise reform ajandası olacak. Şimşek’in “2026 reform yılı” vurgusu, bugüne kadar elde edilen kazanımların kalıcı hale gelmesi için hukuk devleti, demokratik standartlar ve ekonomik yönetişim alanlarında yeni adımlar atılması gerektiğine işaret ediyor. Türkiye’nin yüksek gelirli ülkeler grubuna girme eşiğine yaklaşması, nicelikten çok niteliğin önem kazandığı bir döneme girildiğini gösteriyor. Bundan sonrası, bütçede sağlanan disiplinin ve enflasyonda kurulmak istenen dengenin, üretken yatırımlar ve kurumsal reformlarla desteklenip desteklenemeyeceğini belirleyecek. Londra’dan verilen mesajın özü net: Alan açıldı, şimdi bu alanın nasıl doldurulacağı Türkiye’nin ekonomik kaderini belirleyecek.










