Stratejik otonomi, devletlerin veya uluslararası birliklerin dış politikada, savunma, ekonomi, enerji ve teknoloji gibi temel alanlarda dışa bağımlılığı minimize ederek daha bağımsız karar alabilme kapasitesine sahip olması anlamına gelir. Bu kavram özellikle Avrupa Birliği’nin kendi kaderini belirleme arzusunu ifade etmek için yaygın biçimde kullanılsa da, küresel sistemin giderek daha karmaşık, parçalı ve rekabetçi hâle gelmesiyle birlikte Hindistan’dan Brezilya’ya, Türkiye’den Güney Kore’ye kadar birçok ülkenin dış politika ve kalkınma vizyonunun merkezine yerleşmiştir.
Soğuk Savaş dönemi boyunca uluslararası ilişkiler büyük ölçüde iki kutuplu bir sistem içinde cereyan etmişti. ABD liderliğindeki Batı bloku ve Sovyetler Birliği liderliğindeki Doğu bloku arasındaki dengeler, ülkelerin dış politika tercihlerini şekillendiriyordu. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni, ABD’nin küresel liderliğinde bir güvenlik ve ekonomik mimari inşa etti. Bu süreçte birçok ülke, güvenlik açısından Washington’a, ekonomi açısından ise küreselleşme ve Çin’in üretim gücüne bağlı hâle geldi. 21. yüzyılın ikinci çeyreğinde ise bu denge bozulmaya başladı. Artan jeopolitik krizler, ticaret savaşları, enerji güvenliği sorunları ve teknolojik rekabet, ülkeleri yeni bir stratejik yön arayışına itti.
Stratejik otonominin ilk boyutu savunma ve güvenliktir. Bu alanda ülkeler, dış tehditlere karşı kendi savunma sanayilerini geliştirme ve güvenlik stratejilerini dış güçlerden bağımsız olarak oluşturma ihtiyacı duymaktadır. Avrupa Birliği için bu konu özellikle NATO kapsamında ABD’ye olan bağımlılık üzerinden tartışılır. Fransa, Almanya ve bazı diğer ülkeler, AB’nin ortak bir savunma gücü oluşturması gerektiğini savunurken, Doğu Avrupa ülkeleri ABD’nin askeri gücünü güvence olarak görmeye devam etmektedir. Benzer şekilde Türkiye, savunma sanayinde yerli üretim kapasitesini artırarak hem dışa bağımlılığı azaltmakta hem de siyasi manevra alanını genişletmektedir. Savunma alanında stratejik otonomi, sadece askeri teçhizat üretimi değil, aynı zamanda istihbarat, siber güvenlik ve askeri doktrin geliştirme süreçlerini de içermektedir.
İkinci önemli boyut ekonomik otonomidir. Küresel tedarik zincirlerinin pandemi, savaşlar veya ekonomik yaptırımlar gibi nedenlerle kolayca kırılabilir olduğu gerçeği, ülkeleri kritik sektörlerde kendi kendine yeterlilik arayışına itmiştir. Tarım, ilaç, mikroçip ve enerji gibi stratejik sektörlerde üretim kapasitesi oluşturmak, ekonomik stratejik otonominin temelidir. ABD-Çin arasındaki ticaret savaşları, Avrupa’nın enerji krizine karşı aldığı önlemler ve Hindistan’ın “Make in India” girişimi, bu alandaki örneklerden sadece birkaçıdır. Ekonomik otonomi, aynı zamanda maliye politikalarının ve merkez bankası bağımsızlığının dış baskılara karşı korunmasını da içerir.
Stratejik otonomi arayışının üçüncü boyutu teknolojidir. 21. yüzyılın en değerli gücü, artık sadece askeri veya ekonomik değil, aynı zamanda teknolojik üstünlüktür. Yarı iletken üretimi, yapay zekâ geliştirme, dijital altyapılar ve iletişim teknolojileri, devletlerin stratejik egemenliklerini doğrudan etkileyen unsurlar hâline gelmiştir. ABD’nin Huawei’ye uyguladığı yaptırımlar, Çin’in kendi teknolojik ekosistemini kurma çabaları, Avrupa’nın dijital egemenlik vizyonu, bu yeni alanın ne kadar kritik olduğunun göstergesidir. Dijital ekonomi aynı zamanda veri egemenliği sorununu da beraberinde getirirken, birçok ülke vatandaş verilerini kendi toprakları içinde tutmak ve işlemek istemektedir.
Enerji güvenliği de stratejik otonomiye doğrudan bağlıdır. Özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı sonrasında Avrupa ülkeleri, enerji tedarikinde dışa bağımlılığın ne kadar kırılgan bir yapı yarattığını acı biçimde deneyimlemiştir. Yenilenebilir enerji yatırımları, yerli kaynakların değerlendirilmesi ve enerji çeşitlendirmesi politikaları, stratejik otonominin sürdürülebilir kalkınma ile birleştiği noktalardır. Türkiye’nin Karadeniz gazı gibi yerli enerji hamleleri, Hindistan’ın güneş enerjisine yönelik büyük ölçekli yatırımları ve Suudi Arabistan’ın enerji çeşitlendirme stratejileri, bu konuda farklı yaklaşımların örneklerini sunmaktadır.
Stratejik otonominin küresel düzeyde daha karmaşık hâle gelmesinin bir nedeni de çok kutupluluğun yükselişidir. Artık tek bir hegemonik güç etrafında hizalanmak, orta ve yükselen güçler için sınırlayıcı ve maliyetli bir strateji olarak görülmektedir. Bunun yerine ülkeler, esnek ittifaklar, bölgesel iş birlikleri ve çok taraflı platformlar aracılığıyla daha dengeli ve özerk bir dış politika izlemeye yönelmektedir. BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü, ASEAN ve Afrika Birliği gibi yapılar, bu eğilimin bölgesel izdüşümlerini oluşturmaktadır. Stratejik otonomi aynı zamanda uluslararası hukuka ve çok taraflılığa bağlı, ancak ulusal çıkarları ön plana koyan yeni bir küresel düzen arayışını da temsil etmektedir.
Ancak stratejik otonomiye ulaşmak kolay değildir. Bunun için sadece siyasi irade değil, ekonomik kapasite, toplumsal dayanıklılık, teknolojik yetkinlik ve diplomatik çeviklik gereklidir. Ayrıca otonomi, izolasyon anlamına gelmemelidir. Aksine, stratejik otonomi, küresel sistem içinde daha etkin ve güvenilir bir aktör olmak için gerekli olan esneklik ve direnç kabiliyetidir.
Sonuç olarak, stratejik otonomi, günümüzün belirsizliklerle dolu uluslararası sisteminde hayatta kalmak ve etkili olmak isteyen devletlerin geliştirmek zorunda olduğu temel bir kavram hâline gelmiştir. Bu kavram, sadece bir siyasi söylem değil; aynı zamanda çok boyutlu bir kalkınma stratejisidir. Bağımsızlık, artık sadece sınırlarını korumak değil, aynı zamanda kendi kararlarını özgürce alabilecek kapasiteye sahip olmaktır. Bu nedenle stratejik otonomi, geleceğin dünyasında güç olmanın değil, var olmanın anahtarıdır.