Sıkı Para Politikası ve Ekonomideki Yan Etkileri

Türkiye ekonomisi, uzun süredir yüksek enflasyon sarmalıyla mücadele ediyor. Enflasyon, fiyat istikrarını tehdit eden ve gelir dağılımını bozan en yıkıcı ekonomik sorunların başında geliyor. Merkez Bankası da bu kronikleşen sorunu dizginlemek amacıyla bir süredir parasal sıkılaştırma süreci yürütüyor. Özellikle Mart 2024 sonrasında sıkı para politikası daha da netleşti; faiz oranları art arda yükseltildi, likidite daraltıldı, açık piyasa işlemleri yoluyla para arzı sınırlandırıldı, kredi koşulları zorlaştırıldı. Bu adımların amacı, enflasyonu hedef patikaya çekerek fiyat istikrarını yeniden tesis etmek.

Ancak unutulmamalı ki, her para politikası uygulamasının bir “gecikmeli etkisi” ve “yan etkisi” vardır. Türkiye şu anda bu yan etkileri güçlü şekilde yaşamaktadır.

Faiz oranlarındaki artış, borçlanma maliyetlerini doğrudan etkileyerek tüketim ve yatırım talebini azaltır. Tüketici tarafında ertelenen harcamalar, işletme tarafında durdurulan yatırım planları ekonominin genel çarklarını yavaşlatır. Bunun bir sonucu olarak istihdam azalır, işsizlik riski artar, şirketler nakit akışı sorunlarıyla karşı karşıya kalır. Tahsilatlar gecikir, ödemeler zinciri kırılır. Özellikle KOBİ’ler, sınırlı özkaynak ve dış finansmana bağımlılık nedeniyle daha kırılgan hale gelir. Bu süreçte iflaslar, konkordatolar ve işten çıkarmalar kaçınılmaz şekilde artabilir.

Diğer yandan, sıkı para politikası ulusal paranın reel olarak değerlenmesine yol açar. Bu durum ithalatı cazip hale getirirken, ihracatçının rekabet gücünü törpüler. Reel efektif döviz kuru üzerinden baktığımızda Türk Lirası’nın reel olarak değer kazandığı, bu durumun ise dış ticaret dengesini bozduğu açıkça görülmektedir. İhracatçının maliyetleri artarken döviz getirisi reel olarak azalmaktadır. Sonuç: ihracatçının daralan marjları ve üretim kapasitesini küçültme zorunluluğu.

Bu çerçevede, yan etkilerin en aza indirilmesi, dezenflasyon sürecinin mümkün olan en kısa sürede tamamlanmasına bağlıdır. Ancak bu sadece Merkez Bankası’nın görevi değildir. Para politikasının etkinliği, maliye politikası ile desteklenmediği sürece sınırlı kalır. Kamunun harcama disiplini sağlaması, vergi düzenlemeleriyle iç talebi dengelemesi ve mali alanı doğru kullanması gerekir. Ayrıca yapısal reformların geciktirilmemesi, yatırım ortamının iyileştirilmesi, hukukun üstünlüğünün ve öngörülebilirliğin tesisi, yatırımcı güvenini doğrudan etkileyen unsurlar arasında yer alır.

Sıkı para politikası nedeniyle geçici likidite daralması yaşayan, üretimi ve istihdamı sürdürebilecek potansiyele sahip olan işletmelere yönelik süreli ve hedefli destek mekanizmaları devreye alınabilir. Bu desteklerin amacı “zombi şirketleri” yaşatmak değil, sağlam firmaların konjonktürel sıkıntılarla batmasını engellemektir. Burada kamunun görevi piyasaya doğrudan müdahale etmek değil, geçici köprüleri kurmaktır.

Bu noktada ekonomi yönetiminin bir diğer görevi de iletişimi doğru yönetmek olmalıdır. Enflasyonla mücadelede güven en büyük silahtır. Beklentileri çıpalamak, belirsizlikleri azaltmak ve ekonomi aktörlerine yön göstermek, alınan tedbirlerin etkinliğini artırır.

Ne yazık ki Türkiye enflasyon sorununu çözme konusunda geç kaldı. Yanlış teşhisler, popülist politikalar ve düşük faiz ısrarı nedeniyle hastalık kronikleşti. Bu nedenle uygulanan “ilaç” şimdi yüksek dozda ve yan etkileri ağır. Oysa enflasyonla mücadelede önleyici hekimlik, yani oluşmadan engelleme prensibi esastır.

FED’in eski başkanlarından Paul Volcker’in şu sözü bu süreci çok iyi özetliyor:

“Enflasyonla başa çıkmanın en iyi yolu, enflasyonun oluşmasını önlemektir.”

Bugün geldiğimiz noktada esas mesele, ekonomiyi hem dezenflasyon sürecinden geçirebilmek hem de bu sürecin toplumsal ve sektörel maliyetini minimize edebilmektir. Aksi halde enflasyon düşse bile geride boşalan raflar, kapanan işletmeler ve işsiz kalan insanlar kalacaktır.

İşte bu yüzden doğru reçeteyi zamanında yazmak ve uygulamak, ekonominin geleceğini belirleyecektir. Çünkü ekonomi, geciken tedavinin faturasını her zaman en ağır şekilde keser.