Eylül ayında TÜFE bazlı reel efektif döviz kuru (REK) 70,83 seviyesine yükselerek Türk lirasının reel bazda sınırlı da olsa değer kazandığına işaret etti. Bu artış, yüzeyde olumlu bir tabloyu çağrıştırsa da, altında yatan nedenler ve sonuçlar para politikası açısından oldukça karmaşık bir tablo ortaya koyuyor. Çünkü TL’nin reel değer kazanımı, doğrudan fiyat istikrarından ziyade enflasyondaki sert artışın teknik etkilerinden kaynaklandı.
TÜFE eylülde %3,23 artarken, aynı dönemde TL dolar karşısında %1,2, euro karşısında ise %2,2 değer kaybetti. Buna rağmen REK endeksinin yükselmesi, fiyat artışlarının kur kayıplarını telafi ettiğini gösteriyor. Yani TL, nominal olarak zayıflarken reel anlamda güçlü görünüyor. Bu durum, bir yandan iç fiyatların döviz cinsinden yükseldiğini, diğer yandan Türkiye’nin ihracat fiyat rekabetinde görece zayıflama riskiyle karşı karşıya kaldığını ortaya koyuyor. Üretici fiyatları (ÜFE) tarafında ise %2,52’lik artışın etkisiyle ÜFE bazlı REK 94,03 seviyesine çıktı. Bu da sanayi fiyatlarının reel anlamda daha yavaş bir artış kaydettiğini, maliyet tarafında görece dengeli bir görünüm oluştuğunu düşündürüyor.
Merkez Bankası açısından bakıldığında tablo iki yönlü bir baskı yaratıyor. Bir tarafta yüksek enflasyonun REK’i yukarı taşıması, fiyat istikrarını yeniden tesis etmek için para politikasında sıkılığın korunması gerektiğini işaret ediyor. Enflasyonun ana eğiliminin güçlendiği bir dönemde TL’nin reel değer kazanımı, kısa vadede iç talep üzerindeki baskıyı artırabilir. Ancak diğer taraftan faiz artışlarıyla nominal değer kazanan bir TL, ihracatçıların rekabet gücünü zayıflatabilir. Bu, Türkiye gibi cari açıkla büyüyen bir ekonomi için dikkatle yönetilmesi gereken bir denge unsuru.
TL’nin nominal değerinin artması ithalatı ucuzlatarak kısa vadede enflasyonu frenleyebilir, ancak aynı zamanda üretim ve ihracat kanallarında maliyet baskılarını artırabilir. Aksi durumda, TL’nin yeniden değer kaybına yönelmesi ise ithalat fiyatları üzerinden enflasyonu yeniden körükler. Dolayısıyla, TCMB’nin 23 Ekim’de yapacağı Para Politikası Kurulu toplantısı öncesinde bu veriler, faiz kararları açısından kritik bir gösterge niteliği taşıyor. Banka, bir yandan fiyat istikrarını sağlamak için sıkı para politikasını sürdürmek zorunda, diğer yandan kurun aşırı değerlenmesinin büyüme ve ihracat üzerindeki etkilerini sınırlamak durumunda.
Bu tablo, aslında Türkiye ekonomisinin son yıllarda içinde bulunduğu yapısal ikilemi yeniden gündeme taşıyor: Enflasyonla mücadele mi, rekabetçi kur politikası mı? Enflasyonist ortamda TL’nin reel olarak değerlenmesi, görünürde bir istikrar göstergesi olsa da, arkasında fiyatlar genel seviyesindeki bozulmanın etkisiyle oluştuğu için kalıcı bir güçlenme anlamına gelmiyor. Gerçek bir değerlenme, ancak düşük enflasyonla birlikte fiyat istikrarı sağlandığında mümkün olabilir.
Bu noktada Merkez Bankası’nın politika setini yalnızca faiz üzerinden değil, iletişim ve kredibilite kanalları üzerinden de yönetmesi kritik önemde. Zira beklentilerin doğru yönetilmediği bir ortamda, geçici bir reel değerlenme bile piyasalarda yanıltıcı sinyaller üretebilir. TL’nin mevcut düzeyi, kısa vadede kur istikrarını desteklese de, para politikasının zamanlaması ve söylemi bu kazanımı kalıcı hale getirecek asıl faktörler olacak.
Sonuç olarak, Eylül verileri TL’nin reel anlamda güçlendiğini gösterse de, bu güçlenmenin kaynağı istikrardan çok enflasyonist baskılar. Para politikası açısından bu, bir “rahatlama” değil, tam tersine bir “uyarı sinyali” anlamına geliyor. Merkez Bankası’nın önümüzdeki dönemde bu kırılgan dengeyi koruyabilmesi, yalnızca faiz kararlarıyla değil, fiyat istikrarına yönelik uzun vadeli güven inşasıyla mümkün olacak.










