Parçalanan Şehir, Yalnızlaşan İnsan

Modern kentlerimiz, göz alıcı gökdelenlerin ve hareketli caddelerin ardında, sessizce ilerleyen derin bir yara taşıyor: Toplumsal ayrışma ve onun kaçınılmaz sonucu olan sosyal izolasyon. Bu yara, salt fiziksel bir mesafeden ibaret değil; ekonomik gücün, kültürel kimliğin ve sosyal statünün görünmez duvarlar ördüğü, insanları birbirinden koparan, giderek kalınlaşan bir perde.

Bu ayrışmanın en somut tezahürü gettolaşma. Artık sadece belirli etnik veya dini grupların yoğunlaştığı mahalleler değil, ekonomik güce dayalı gettolar da karşımızda. Bir tarafta, yüksek duvarlar, güvenlik kameraları ve özel sosyal tesislerle kendini dünyadan soyutlayan “lüks siteler” veya “gated communities”. Bu altın kafesler, sakinlerine güvenlik ve konfor vaat ederken, onları gerçek şehir hayatından ve toplumun geri kalanından fiziken ve ruhen uzaklaştırıyor. Diğer tarafta, kaynaklardan yoksun, altyapısı yetersiz, işsizliğin ve umutsuzluğun kol gezdiği, devletin varlığını sadece polis araçlarıyla hissettirdiği kenar mahalleler, varoşlar. Burada yaşayanlar, daha iyi bir hayatın kapılarının kendilerine kapalı olduğunu hissettikçe içe kapanıyor, kendi dar çevrelerine hapsoluyor. Bu iki uç, aynı şehrin içinde ama farklı gezegenlerde yaşıyor adeta.

Ekonomi, bu ayrışmanın en güçlü motoru. Gelir dağılımındaki uçurumlar derinleştikçe, insanların yaşam alanları da kaçınılmaz olarak ayrışıyor. Yüksek gelir grupları, daha iyi eğitim, sağlık hizmetleri ve güvenli çevre arayışıyla kendilerine özel alanlar yaratırken, düşük gelirliler ise ucuz konut bulabildikleri, genellikle kent merkezinden uzaklaştırılmış bölgelere sıkışıp kalıyor. Serbest piyasa ekonomisinin refahı genel olarak artırırken, bu refahın adil dağıtılmaması ve sosyal politikaların yetersizliği, bu fiziksel ve sosyal bölünmeyi körüklüyor. Eğitimdeki fırsat eşitsizliği de bu döngüyü besliyor; iyi okulların bulunduğu bölgelerdeki konut fiyatlarına erişemeyen ailelerin çocukları, daha düşük kaliteli eğitimle yetinmek zorunda kalıyor, bu da gelecek nesillerdeki ekonomik ve sosyal hareketliliği kısıtlıyor.

Sosyal izolasyon işte bu fiziksel ayrışmanın ruhumuza sirayet eden sonucu. Farklı sosyoekonomik gruplar, farklı kültürel çevreler bir araya gelemedikçe, birbirlerini tanıyamadıkça, anlayamadıkça, önyargılar ve korkular filizleniyor. Zengin mahalle sakinleri için “varoş”, sadece bir korku ve önyargı nesnesine dönüşüyor. Kenar mahallelerde yaşayanlar içinse “zengin semtler”, erişilmez, yabancı ve hatta düşman topraklar haline gelebiliyor. Bu karşılıklı yabancılaşma, toplumsal dokuyu zayıflatıyor. Komşuluk ilişkileri zayıflıyor, yerel dayanışma ağları çözülüyor, bireyler giderek daha fazla kendi kabuğuna çekiliyor. Sosyal medya, bu izolasyonu kırmak yerine, çoğu zaman benzer düşünen, benzer yaşam tarzına sahip insanların bir araya geldiği yeni “dijital gettolar” yaratarak ironik bir şekilde durumu pekiştirebiliyor. Yalnızlık, güvensizlik ve aidiyet duygusunun kaybı, modern kent insanının ortak kaderi gibi görünmeye başlıyor.

Bu gidişat, sadece bireysel mutsuzlukların değil, toplumun tamamı için ciddi risklerin habercisi. Sosyal uyumun zayıflaması, toplumsal güvenin erimesi, kutuplaşmanın artması, demokratik katılımın azalması ve hatta sosyal patlamaların zemini hazırlanıyor. Kentlerimiz, sadece beton yığınları değil, içinde yaşayan insanların birbirine dokunduğu, etkileştiği, ortak bir gelecek inşa ettiği canlı organizmalardır. Bu organizmanın damarları tıkandığında, canlılığı da sona erer.

Bu parçalanmayı tersine çevirmek, basit bir kentsel dönüşüm projesinden çok daha fazlasını gerektiriyor. Kapsayıcı kent politikaları şart: Farklı gelir gruplarını, kültürleri ve yaşam tarzlarını aynı mahallede, aynı kamusal alanlarda buluşturacak karma konut projeleri. Herkesin erişebildiği, kaliteli, nitelikli kamu hizmetleri (özellikle eğitim ve sağlık). Mahalleler arası ulaşımı kolaylaştırarak hareketliliği artırmak. Parklar, kütüphaneler, kültür merkezleri gibi herkesin bir araya gelebileceği, kaynaşabileceği ortak yaşam alanlarını çoğaltmak ve erişilebilir kılmak. Belki de en önemlisi, “öteki”ne dair korkuları yıkmak, farklılıklarla bir arada yaşama kültürünü ve empatiyi beslemek için bilinçli çabalar sarf etmek.

Parçalanmış şehirlerde, yalnızlaşmış insanların geleceği karanlık. Kentlerimizin ruhunu ve toplumumuzun bağlarını yeniden inşa etmek, sadece ekonomik değil, aynı zamanda derin bir insani ve sosyal zorunluluk. Yoksa, birbirimize fiziken yakın ama ruhen sonsuz uzaklıklarda yaşadığımız beton yığınlarından öteye gidemeyiz. Bir arada yaşamanın anlamını ve gücünü yeniden keşfetmek, şimdi her zamankinden daha acil.