Modern finansal sistem, köklerini 20. yüzyılın başlarına, özellikle de 1929 Büyük Buhranı’nın ardından oluşturulan kurumlara dayandırır. Merkez bankaları, düzenleyici çerçeveler ve uluslararası iş birliği mekanizmaları, ekonomik istikrarı sağlamak için inşa edildi. Ancak zamanla, bu sistemin kendi vaat ettiği istikrarı baltalayan bir paradoks ortaya çıktı: Finansal sistem, yarattığı krizlerden beslenerek varlığını sürdürüyor. Peki bu çelişki nasıl mümkün oluyor?
İstikrarın İnşası ve İlk Çatlaklar
Finansal sistem, riski dağıtma, sermaye akışını kolaylaştırma ve ekonomik büyümeyi destekleme iddiasıyla kendini meşrulaştırdı. Ancak 1980’lerde başlayan deregülasyon dalgası, finansal araçların karmaşıklaşması ve küresel piyasaların birbirine eklemlenmesi, sistemin “istikrar” söylemini sorgulanır hale getirdi. Örneğin, 2008 krizinin tetikleyicisi olan mortgage teminatlı menkul kıymetler, riskin dağıtıldığı varsayılan bir sistemde nasıl oldu da küresel çapta bir çöküşe yol açtı?
Cevap, finansal yeniliklerin risk yerine görünmez hale getirilmesinde yatıyor. Bankalar ve yatırım fonları, yüksek getirili ancak riskli varlıkları karmaşık türev ürünlere dönüştürerek bilançolarından “temizledi.” Bu süreçte, düzenleyiciler ve derecelendirme kuruluşları, piyasanın kendi kendini dengeleyeceği inancıyla geri planda kaldı. Sonuç, balonların kontrolden çıkması ve sistemik çöküş oldu.
Krizler: Sistemin “Yeniden Doğuş” Mekanizması
Her finansal kriz, sistemin kendini reforme etme fırsatı olarak sunulur. 2008 sonrasında Dodd-Frank Yasası ve Basel III gibi düzenlemeler, risk yönetimini sıkılaştırmayı hedefledi. Ancak bu reformlar, finansal aktörlerin lobi faaliyetleri ve siyasi baskılarla zamanla aşındı. Örneğin, ABD‘de 2018’de bazı bankalar için sermaye gereklilikleri gevşetildi.
Daha da çarpıcı olan, krizlerin finansal elitler için fırsata dönüşmesi. Merkez bankalarının kurtarma paketleri (bailout) ve niceliksel genişleme politikaları, varlık fiyatlarını şişirerek servet eşitsizliğini derinleştirdi. 2008’de batık bankalar kurtarılırken, milyonlarca insan evini kaybetti. Bu durum, sistemin krizleri “yöneterek” nasıl güç kazandığını gösteriyor.
Büyüme Tuzağı ve Ekolojik Kırılma
Finansal sistemin istikrar vaadi, sonsuz ekonomik büyüme varsayımına dayanır. Ancak bu büyüme modeli, doğal kaynakların tüketimi ve iklim kriziyle çelişiyor. Örneğin, fosil yakıt şirketlerine yapılan trilyon dolarlık yatırımlar, kısa vadeli kâr uğruna gezegenin geleceğini riske atıyor. Finansal istikrar ile ekolojik istikrar arasındaki bu uyumsuzluk, sistemin sürdürülemez olduğunu kanıtlıyor.
Çıkış Yolu: Köklü Bir Paradigma Değişimi
Bu paradoksu aşmak için, finansal sistemin temel varsayımlarını sorgulamak gerekiyor:
- Spekülasyon Yerine Üretken Yatırım: Sermayenin reel ekonomiye (yenilenebilir enerji, sosyal altyapı) kanalize edilmesi, balonları önleyebilir.
- Küresel Düzenleme ve Şeffaflık: Vergi cennetleri ve gölge bankacılık gibi yapıların denetimi, riskin sistematik hale gelmesini engeller.
- Eşitsizlikle Mücadele: Servet vergisi ve asgari ücret artışı gibi politikalar, tüketim tabanını güçlendirerek kriz döngüsünü kırabilir.
- Ekonomik Büyüme Paradigmasının Reddi: Sıfır büyüme veya döngüsel ekonomi modelleri, finansal istikrar ile ekolojik dengeyi uzlaştırabilir.
Sonuç: İstikrar mı, İllüzyon mu?
Finansal sistem, krizlerle beslenen bir canavara dönüştü. Her çöküş, onu daha güçlü hale getiriyor ancak toplumun büyük kesimi için istikrarsızlık yaratıyor. Bu paradoks, kapitalizmin içsel çelişkilerini yansıtıyor: Sistem, ancak yıkım üreterek ayakta kalabiliyor. Değişim, ancak bu çelişkiyi kabul edip radikal adımlar atıldığında mümkün olacak. Unutmamak gerekir: Gerçek istikrar, finansal bilançolarda değil, insanların geçiminde ve doğanın dengelerinde aranmalı.
—
Bu köşe yazısı, finansal sistemin kendi yarattığı krizlerle nasıl simbiyotik bir ilişki içinde olduğunu ele alırken, çözüm önerileriyle de dönüşüm çağrısı yapmayı amaçlıyor.