Yeni Üretim Çağının Eşiğinde: Neoliberalizmin Sonu ve Türkiye’nin Yükselen Rolü

Neoliberalizmin sonu, bir ekonomik modelin çöküşü değil; insana, emeğe ve üretime yeniden değer verme döneminin başlangıcıdır.

1980’lerin başında, Atlantik dünyasında esmeye başlayan neoliberal rüzgar, sadece ekonomik modelleri değil, toplumların yaşam biçimini de kökten değiştirdi. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher öncülüğünde şekillenen bu anlayış, “devleti küçültme”, “piyasayı serbestleştirme” ve “finansal sermayeyi öne çıkarma” mottoları üzerine inşa edildi. Sanayi sonrası toplum iddiası, G7 ülkelerini üretimden uzaklaştırırken, finans, hizmet ve tüketim odaklı bir refah modeli öne çıkarıldı. Refah, artık üretimden değil, borçlanmadan ve finansal genişlemeden sağlanacaktı. Bu model, 20 yıl boyunca Batı toplumlarına sahte bir zenginlik hissi verdi. Kredi kartları, mortgage sistemleri, kolay borçlanma imkanları, tüketimin sınırlarını ortadan kaldırdı. Ancak bu “suni cennet”, üretim ekonomisinin köklerinden kopmuş bir finansal sistemin çöküşünü de içinde barındırıyordu.

2008 Küresel Finans Krizi, neoliberal finansal kapitalizmin nihai çöküşünün başlangıcıydı. Reel üretimden kopan ekonomiler, kâğıt üzerinde büyüyen bilançolarla gerçeği örtemedi. Kredi balonlarının patlamasıyla, neoliberalizmin “sonsuz refah” vaadi çöktü. Kriz, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir kırılmaydı. Neoliberal sistemin merkezindeki finansal kapitalizm, ülkeleri büyütmek yerine borç sarmalına sürüklemişti. Kapitalizmin doğasındaki üretim gücü, kâr maksimizasyonu adına göz ardı edilmişti.

Kovid-19 pandemisi ise bu çöküşün kalıcı hale geldiğini tescilledi. Küreselleşmenin ikinci dalgası olarak adlandırılan “Globalization 2.0” modeli, tedarik zincirlerinde kırılmalar, enerji ve gıda krizleriyle sınandı. Artık hiçbir ülke, sadece küresel tedarik ağlarına güvenemeyeceğini, kendi üretim kabiliyetini korumanın bir “ulusal güvenlik” meselesi olduğunu fark etti. Enerji, tarım, gıda, sağlık, lojistik ve yarı iletken teknolojileri gibi alanlarda stratejik otonomi ihtiyacı, 21. yüzyılın yeni ekonomik paradigmasını belirledi.

ABD’nin 2022’de hayata geçirdiği CHIPS and Science Act ve Inflation Reduction Act, üretim kapitalizmine dönüşün sembolü oldu. Bu yasalar, yalnızca Çin karşısında teknoloji üstünlüğünü korumayı değil, aynı zamanda üretimi yeniden Amerika topraklarına çekmeyi amaçlıyor. Avrupa Birliği de aynı yönelimde hareket ediyor. 2023 ve 2024 yıllarında devreye giren Yeşil Sanayi Kalkanı (The Green Deal Industrial Plan), Net-Zero Industry Act, Critical Raw Materials Act ve European Chips Act, finansal sistemin ötesine geçerek, sürdürülebilir üretim odaklı bir Avrupa ekonomisini hedefliyor. Bu dönüşüm, Batı’nın üretim kapitalizmine mecburen geri döndüğünün açık göstergesi.

Bugün Atlantik dünyası, bir zamanlar “post-sanayi toplum” diye adlandırdığı modele artık eleştirel bakıyor. Çünkü sanayiden kopan her ülke, ekonomik istikrarsızlıkla, borç krizleriyle, çalışan kesimin mutsuzluğu ve siyasi çalkantılarla karşılaştı. Başkan Donald Trump’ın gerek ilk, gerekse ikinci başkanlık döneminde bu konuda yaptığı uyarılar, aslında Batı’da uzun süredir bastırılmış bir gerçeği dile getiriyor: Üretim olmadan refah kalıcı olamaz. Ancak Washington ve New York merkezli neoliberal çevreler, medya ve akademi üzerinden bu dönüşüm çağrısına karşı yoğun bir direnç sergiliyor.

Bu küresel kırılma çağında, Türkiye farklı bir yol izledi. Türkiye hiçbir zaman üretimden tamamen kopmadı. Anadolu’nun KOBİ tabanlı sanayi yapısı, küresel dalgalanmalara rağmen reel ekonominin omurgasını korudu. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde üretim hatları sönerken, Türkiye’de organize sanayi bölgeleri büyüyor, ihracat hacmi çeşitleniyor, yeni sanayi kümelenmeleri ortaya çıkıyor. Bu, Türkiye’nin yalnızca ekonomik değil, stratejik bir avantajıdır.

Türkiye’nin “Net Sıfır 2053” hedefi, “Sıfır Atık” hareketi ve “Akıllı Sanayileşme” vizyonu, üretimi çevreyle, teknolojiyle ve sürdürülebilirlikle buluşturan bir kalkınma modeline işaret ediyor. Türkiye artık sadece mal üreten değil, üretim diplomasisi geliştiren bir ülke. Endonezya, Malezya, Azerbaycan, Pakistan ve Afrika ülkeleriyle kurulan yeni üretim ağları; Brezilya ve Meksika gibi Küresel Güney ekonomileriyle geliştirilen ortaklıklar, adil ve dengeli bir üretim düzeni için zemin hazırlıyor.

Ortadoğu’da Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Filistin hattında planlanan “Kalkınma Yolu” projesi, sadece ulaştırma değil, bölgesel barışın da üretim temelli inşasını hedefliyor. Türkiye, üretimi diplomasiyle birleştirerek, krizlerin yorduğu bölgelerde istikrar ve refahı yeniden tesis etmeye çalışıyor.

21’nci yüzyılın ikinci çeyreğine girerken, finansal kapitalizmin yerini üretim kapitalizminin alacağı yeni bir çağın eşiğindeyiz. Bu yeni çağda öne çıkacak ülkeler, sadece sermaye gücüne sahip olanlar değil; üretim zekâsına, yenilikçi teknolojilere ve dayanıklı reel sektörlere sahip olanlar olacak. Türkiye, bu dönüşüm sürecinde üretim kültürünü korumuş, yeşil ve dijital dönüşümü sahiplenmiş bir ülke olarak, küresel üretim haritasında merkez ülke olma potansiyeline sahiptir.

    Neoliberalizmin sonu, yalnızca bir ekonomik modelin çöküşü değil; aynı zamanda insana, emeğe ve üretime yeniden değer verme döneminin başlangıcıdır. Türkiye bu yeni dönemin kurucularından biri olmaya adaydır — çünkü üretimden hiç vazgeçmedi.