Son kırk yılın egemen ekonomik anlayışı olan neoliberalizm, serbest piyasa kurallarının kutsanması, devletin ekonomiden çekilmesi ve özelleştirme politikalarının yoğunlaşmasıyla şekillendi. Bu model, kısa vadede büyüme ve kâr maksimizasyonunu önceleyen yapısıyla küresel ekonomide önemli dönüşümlere yol açtı. Ancak söz konusu dönüşüm yalnızca ekonomik değil; ekolojik boyutlarıyla da derin etkiler yarattı. Bugün karşı karşıya olduğumuz çevresel krizlerin büyük bir kısmı, neoliberal ekonomi politikalarının doğa üzerindeki baskısını göz ardı etmesinden kaynaklanıyor.
Neoliberalizm, doğayı ekonomik bir kaynak havuzu olarak gören yaklaşımıyla çevreyi piyasa ilişkilerine tabi kıldı. Ormanlar, nehirler, madenler ve hatta hava gibi ortak varlıklar özelleştirilerek kâr odaklı kullanıma açıldı. Bu da doğanın kendi döngüsünün değil, piyasanın taleplerinin belirleyici olduğu bir sistem yarattı. Bu sistemde üretimin artırılması, maliyetlerin düşürülmesi ve verimliliğin maksimize edilmesi her şeyin önüne geçti. Ancak bu “başarı” hikayesinin arkasında ormansızlaşma, su kirliliği, biyolojik çeşitliliğin azalması ve küresel ısınma gibi büyük bedeller gizliydi.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde uygulanan neoliberal yapısal uyum programları, çevre mevzuatlarının esnetilmesine, doğal kaynakların daha agresif sömürülmesine ve çevre koruma bütçelerinin azaltılmasına neden oldu. Bu durum çevresel yıkımı hızlandırırken, iklim krizinin derinleşmesine de katkı sağladı. Öte yandan, çevreye yönelik bu tahribatın artık ekonomik ve sosyal maliyetlerinin de görünür hale gelmesi, sistemin kendi içinde bir çözüm arayışına girmesine neden oldu. İşte bu bağlamda “yeşil kapitalizm” kavramı öne çıkmaya başladı.
Yeşil kapitalizm, piyasa mekanizmaları içinde çevresel sürdürülebilirliği sağlama iddiasında olan bir yaklaşımdır. Temiz enerji yatırımları, karbon ticareti, çevre dostu sertifikalar ve yeşil tahviller gibi uygulamalarla hem çevre korunmakta hem de ekonomik büyüme hedeflenmektedir. Bu yaklaşım çevreci retorikle süslenmiş, ancak temelde piyasa kural ve değerlerini korumaya devam eden bir modeldir. Bazılarına göre bu model, çevre krizine çözüm sunarken kapitalist sistemin kendini yeniden üretme biçimidir.
Ancak burada temel bir soru ortaya çıkıyor: Doğayı tahrip eden mantığın kendisi, doğayı gerçekten koruyabilir mi? Yeşil kapitalizm eleştirmenleri bu modelin sistemin makyajı olduğunu, çevre sorunlarını köklü bir biçimde çözmekten uzak kaldığını savunuyor. Onlara göre karbon ticareti gibi mekanizmalar, gerçek azaltım yerine kirletme hakkı satın alma uygulamasına dönüşerek sorunun kaynağını daha da meşrulaştırıyor. Ayrıca “yeşil” etiketli ürün ve yatırımların artması, çevresel hassasiyetten çok piyasa değerleriyle şekilleniyor.
Bununla birlikte, yeşil kapitalizm tam anlamıyla başarısız bir model midir, yoksa dönüşümün ilk adımı olarak mı görülmelidir? Bu sorunun cevabı, sistemin nasıl uygulanacağıyla doğrudan ilgilidir. Gerçek anlamda çevresel sürdürülebilirlik için piyasanın değil, kamusal politikaların ve toplumsal denetimin yönlendirici olması gerekir. Ekolojik sorunlara karşı topyekûn bir mücadele sadece şirketlerin iyi niyetiyle değil, güçlü çevre yasaları, bilinçli toplumlar ve uluslararası işbirlikleriyle mümkündür.
Bugün artık iklim krizinin eşiğindeyiz. Aşırı hava olayları, su krizi, gıda güvensizliği ve göç gibi olgular bu krizin sadece çevresel değil, toplumsal ve siyasal boyutları da olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda ekonomik modelin köklü bir sorgulamaya tabi tutulması gerekiyor. Doğa sadece bir kaynak değil, yaşamın kendisidir. Bu anlayışla hareket etmeyen hiçbir sistem, sürdürülebilir bir gelecek kuramaz.
Sonuç olarak yeşil kapitalizm, mevcut sistemin sınırları içinde çevreci bir alternatif olarak sunulsa da, neoliberal politikaların neden olduğu yıkımı bütünüyle onarmaya yetmeyebilir. Gerçek çözüm, doğayı bir meta değil, yaşamın öznesi olarak gören yeni bir ekonomik ve toplumsal paradigma geliştirmekten geçiyor. Bu değişim sadece ekonomiyle değil, etik, kültür ve politika alanında da derin bir dönüşümü zorunlu kılıyor.










