Günümüz küresel ekonomik düzeninde merkez bankalarının uyguladığı para politikaları, sadece ülke içi ekonomik dengeleri değil, aynı zamanda uluslararası sermaye hareketlerini de doğrudan etkileyen en kritik araçlardan biri haline gelmiştir. Bu politikalardan en öne çıkanı ise faiz oranlarıdır. Faiz oranları üzerinden yürütülen para politikaları, kısa vadeli sermaye girişleri yani “sıcak para” hareketleri ile doğrudan etkileşim içindedir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu ilişki çok daha belirgin ve zaman zaman kırılgan bir yapı arz eder. Merkez bankalarının faiz kararları, döviz kuru, enflasyon, büyüme ve dış borç dinamikleriyle birlikte değerlendirildiğinde, sıcak para ile kurulan ilişkinin kısa vadede sağladığı avantajlara karşın uzun vadede ciddi yapısal riskler barındırdığı görülmektedir.
Sıcak para, kısa vadeli getiri arayışında olan, ani giriş-çıkışlara açık ve spekülatif özellik taşıyan yabancı sermaye hareketlerini tanımlar. Bu sermaye türü, bir ülkenin sunduğu faiz avantajı, kur beklentileri ve politik istikrarına bağlı olarak hızlıca yön değiştirebilir. Merkez bankalarının politika faizlerini yükseltmeleri, yabancı yatırımcılar açısından daha yüksek reel getiri beklentisi oluşturur ve bu nedenle gelişmekte olan ülkelere dönük sıcak para girişlerini teşvik eder. Ancak bu girişlerin ekonomik istikrar için ne kadar kalıcı ve sağlıklı olduğu, son yıllarda giderek daha fazla tartışılır hale gelmiştir.
Türkiye özelinde bu durum, 2000’li yıllardan bu yana sıkça deneyimlenen bir ekonomik gerçekliktir. Özellikle 2001 krizi sonrası uygulamaya konan yapısal reformlar ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığının güçlendirilmesi ile birlikte faiz politikaları üzerinden sıcak para çekme stratejisi uzun süre ekonomi yönetiminin temel dayanaklarından biri olmuştur. Yüksek reel faiz oranları, özellikle 2003-2013 döneminde Türkiye’ye ciddi miktarda portföy yatırımı çekmiş, döviz bolluğu yaratmış ve bu da kurun uzun süre stabil seyretmesini sağlamıştır. Ancak aynı dönemde sanayi üretimi, katma değerli ihracat ve teknoloji yatırımlarında beklenen sıçrama yaşanmadığı için sıcak para girdisi bir anlamda ekonomideki yapısal zayıflıkları perdelemiş, büyümeyi kısa vadede destekleyen bir yama işlevi görmüştür.
Sıcak paranın cazip olduğu bu ortamda yüksek faiz politikaları, cari açığın finansmanını kolaylaştırmış gibi görünse de bu durum sürdürülebilir olmaktan oldukça uzaktı. Çünkü faiz farkı ile gelen sermaye, kısa vadeli kârını maksimize ettiğinde ülkeden aniden çıkabiliyordu. Bu da döviz kurunda ani sıçramalara, enflasyon şoklarına ve finansal piyasalarda panik havasına neden olabiliyordu. Nitekim 2018 yılında yaşanan döviz krizinde, sıcak paranın ani çıkışı Türkiye ekonomisinde derin etkiler bırakmış, faiz-kur-enflasyon üçgeninde istikrar bozulmuş ve uzun vadeli yapısal kırılganlıklar gün yüzüne çıkmıştır.
Merkez bankalarının bu süreçteki pozisyonu, piyasa aktörlerinin güvenini kazanmak açısından kritik öneme sahiptir. Bağımsız hareket eden, şeffaf iletişim kuran ve öngörülebilir politikalar yürüten bir merkez bankası, sadece sıcak para değil, doğrudan yatırımlar açısından da pozitif sinyaller üretir. Ancak para politikası araçlarının siyasi otorite ile örtüşmeyen bir yön izlemesi durumunda, merkez bankalarının manevra alanı daralmakta, piyasa güveni zedelenmekte ve yabancı yatırımcının risk algısı artmaktadır.
Sıcak paranın etkisi, kısa vadeli makroekonomik veriler üzerinde olumlu bir tablo çizebilir. Faiz artışı sonrası gelen sermaye ile döviz kuru baskılanabilir, enflasyon geçici olarak kontrol altına alınabilir, rezervler artış gösterebilir. Ancak bu durumun kalıcılığı ve sürdürülebilirliği tartışmalıdır. Çünkü bu yatırımların yönü her an değişebilir ve ülkeye olan güven en ufak bir politik veya ekonomik belirsizlikte hızla kaybolabilir. Bu noktada, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin sadece faiz politikasına dayalı bir büyüme modelinden çıkmaları ve sıcak para bağımlılığını azaltacak yapısal reformlara yönelmeleri bir zorunluluk haline gelmiştir.
Merkez bankalarının faiz politikaları, salt kısa vadeli sermaye akımlarını yönlendirmek için değil, aynı zamanda enflasyonla mücadele, finansal istikrarı sağlama ve ekonomik büyümeyi dengeli bir şekilde sürdürme hedefiyle uyumlu olmalıdır. Aksi takdirde faiz politikaları, ekonomide suni bir refah algısı yaratmakla kalır ve kırılganlıkları daha da derinleştirir. Nitekim yüksek faizle gelen sıcak para, üretim yerine tüketime yönlendirilen bir sermaye akışı sağladığında, dışa bağımlılığı artırır ve cari açığı daha da kronik hale getirir.
Sonuç olarak, merkez bankalarının sıcak para ile kurdukları ilişki, büyük bir dikkat ve denge gerektiren bir süreçtir. Faiz politikasının yabancı sermaye çekme amacıyla kullanılması kaçınılmaz olsa da, bu stratejinin uzun vadede makroekonomik istikrarı zedelememesi için eş zamanlı olarak üretim, ihracat, tasarruf ve verimlilik odaklı politikalarla desteklenmesi gerekir. Türkiye’nin gelecekte bu döngüden çıkması ve sıcak para sarmalından kurtulması için merkez bankasının bağımsızlığı, para politikasının güvenilirliği ve yatırım ortamının hukuk temelli düzenlenmesi büyük önem taşımaktadır.
Sıcak para elbette tamamen zararlı bir olgu değildir. Doğru şekilde yönlendirildiğinde ve yatırım ortamı güvenilir kılındığında, gelişmekte olan ülkeler için önemli bir kaynak yaratabilir. Ancak bu kaynak, kısa vadeli finansal hedeflerden ziyade uzun vadeli üretim ve kalkınma politikalarıyla buluşturulmalıdır. Merkez bankalarının bu bağlamda faiz politikalarını sadece bir cazibe aracı değil, aynı zamanda ekonomik dirençlilik stratejisi olarak görmeleri, küresel sermaye sisteminde daha sağlam bir yer edinmeleri açısından kaçınılmazdır.










