Memurlar ve Tasarrufları: Tasarruftan Vergi mi Olur?

Günümüzde kamu çalışanlarının karşı karşıya kaldığı ekonomik koşullar her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Hayat pahalılığı, enflasyon ve alım gücündeki erime, özellikle sabit gelirli kesimi oluşturan memurlar üzerinde ciddi bir baskı yaratıyor. Bu baskıya ek olarak son dönemde gündeme gelen ve memurların tasarruflarını dolaylı yollarla hedef alan vergi politikaları, toplumda haklı bir tartışma başlatmış durumda. “Tasarruftan vergi mi olur?” sorusu, yalnızca bir serzeniş değil, aynı zamanda adalet duygusunu zedeleyen bir eleştiridir.

Memurlar uzun yıllardır maaşlarını dikkatli kullanarak, küçük ölçekli birikimler yapmaya çalışıyor. Bu birikimler genellikle ikinci bir ev, bir araba, çocukların eğitimi ya da emeklilik için güvenli bir gelecek hazırlığı anlamına geliyor. Ancak kamu politikalarında “yük” olarak gösterilen bu birikimler, vergi ya da kesinti yoluyla hedef haline geldiğinde, toplumda çalışma ve birikim yapma motivasyonu da törpülenmiş oluyor. Zaten gelir dağılımının bozuk olduğu, servet ve sermaye sahiplerinin çoğu zaman çeşitli istisnalarla vergiden kaçınabildiği bir düzende, tasarruf etmeye çalışan memura yüklenmek, sosyal adaletin ruhuna açıkça aykırı.

Birçok memur, maaşını dikkatle yönettiği ve ihtiyaçlarının ötesinde harcama yapmadığı için küçük birikimler yapabiliyor. Ne var ki bu tasarruflar artık dikkatli bir gözlem altında. Bankadaki mevduat faizi, döviz, hatta altın gibi yatırım araçları üzerinden elde edilen kazançlar bile artık “ek gelir” gibi gösterilip vergilendirme kapsamında değerlendirilmeye başlandı. Hâlbuki bu gelirler, gerçek anlamda bir servet değil; yalnızca enflasyona karşı paranın değerini koruma çabasıdır. Enflasyonun yüzde 70’leri bulduğu bir ortamda, yüzde 30 faizle mevduat yapan bir vatandaş aslında reel anlamda zarar etmektedir. Bu zararın üzerine bir de vergi yükü bindirildiğinde, sistemin ne denli dengesiz olduğu ortaya çıkmaktadır.

Tasarruf bir vatandaşlık refleksidir. Geleceği düşünmek, harcamak yerine bir kenara koymak, bireysel ekonomik bilinçtir. Ancak bu bilinci cezalandırır gibi uygulamalar getirmek, halkın devlete duyduğu güveni de zedeleyebilir. Kamu yönetiminin harcamalarını denetlemek, israfı önlemek ve büyük sermaye gruplarının vergi adaleti içinde tutulmasını sağlamak yerine, orta sınıfın küçük birikimlerine göz dikmesi, ciddi bir sosyal huzursuzluğun temelini atabilir.

Bir başka çelişki ise, aynı kamu otoritesinin vatandaşları sürekli olarak tasarrufa teşvik etmesidir. Kamu spotlarında, finansal okuryazarlık projelerinde bireylerin birikim yapması önerilirken; aynı bireylerin bu birikimlerinden alınan ek vergilerle cezalandırılması, samimiyet sorununu gündeme getiriyor. Ekonomik rasyonalite ile etik sorumluluk arasında bir denge kurulmadığında, devletin vatandaşla kurduğu ilişki de sorgulanmaya başlanır.

Özetle, memurların ve dar gelirli kesimin tasarrufları, bir lüks ya da rant kapısı değil; ekonomik güvencenin son kaleleridir. Bu kalelere yönelik vergi politikaları, sadece bireysel bütçeleri değil, aynı zamanda toplumun devlete olan inancını da tehdit etmektedir. “Tasarruftan vergi mi olur?” sorusu, aslında bu çarpıklığa karşı yükselen bir toplumsal vicdan sesidir. Bu sese kulak vermek, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki bir sorumluluktur.