Günümüz Türkiye’sinde siyaset ve ekonomi, her zamankinden daha fazla iç içe geçmiş durumda. Bu iki alan artık yalnızca teknik kararlarla değil, toplumsal ruh hali ve siyasi kutuplaşmanın derinleşmesiyle şekilleniyor. Kutuplaşma, yalnızca seçmen tercihlerini belirleyen bir unsur olmaktan çıkıp, bireylerin günlük hayatlarını, ekonomik tercihlerini ve gelecek beklentilerini doğrudan etkileyen bir iklime dönüşmüş durumda. Bu ortamda, siyaset rasyonellikten uzaklaşırken ekonomi de belirsizlik sarmalına sürükleniyor. Bu gidişat karşısında sormamız gereken temel soru şu: Gerçekten yeni bir yol mümkün mü?
Siyasi kutuplaşma, demokrasilerin doğasında yer alan farklılıkların çatışmaya dönüşmesiyle oluşuyor. Farklı görüşlerin zenginlik olarak değerlendirilmesi gereken bir sistemde, bu görüş ayrılıkları zamanla ötekileştirme ve düşmanlaştırma araçlarına dönüşünce siyaset yapma biçimi de dönüşüyor. Artık fikirler değil kimlikler yarıştırılıyor. Bu durum, toplumda uzlaşma kültürünü zedeliyor ve farklılıkların bir arada yaşamasını zorlaştırıyor. Aynı sokakta yaşayan insanlar, birbirlerini yalnızca siyasi kimlikleri üzerinden tanımlamaya başlıyor. Böyle bir atmosferde, siyaset kurumu çözüm üretme kapasitesini kaybediyor ve sadece kendi seçmenine hitap eden söylemlerle kısır bir döngüye giriyor.
Ekonomik anlamda ise bu kutuplaşma daha da yıkıcı sonuçlara yol açabiliyor. Yatırım kararlarından iş gücü piyasasına, dış ticaretten fiyat istikrarına kadar pek çok alanda güven en temel belirleyicidir. Ancak güven ortamının olmadığı, hukukun üstünlüğünün tartışmalı hale geldiği ve siyasi kararların öngörülemez olduğu bir ekonomide istikrar sağlamak neredeyse imkânsız hale gelir. Siyasi gerginliğin ekonomi üzerindeki bu etkisi, özellikle son yıllarda Türkiye’de çok net bir şekilde gözlemleniyor. Yerli ve yabancı yatırımcılar riskleri yönetemez hale gelirken, sıradan vatandaş da hayat pahalılığı ve işsizlik gibi sorunlarla baş başa kalıyor. Kutuplaşma derinleştikçe, ekonomi de bir o kadar kırılganlaşıyor.
Yeni bir yol mümkün mü sorusu tam da burada anlam kazanıyor. Mevcut siyasi ve ekonomik düzenin sürdürülebilir olmadığı artık sadece akademik çevrelerde değil, halk arasında da dile getiriliyor. Değişim, tepeden inmeyle değil, toplumun tabanından başlayacak bir zihniyet dönüşümüyle mümkün olabilir. Farklı fikirlerin bir arada var olabildiği, eleştiriye açık, hesap verebilir bir siyaset kültürünün yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Bu ise ancak kutuplaşmanın neden olduğu derin yaraların sarılmasıyla sağlanabilir.
Ekonomi cephesinde ise şeffaflık, kurumsal bağımsızlık ve öngörülebilirlik gibi temel ilkelerin yeniden inşa edilmesi şart. Ekonomik kararların siyasi hesaplarla değil, akılcı planlamalarla alınması gerekiyor. Merkez bankasının bağımsızlığı, bütçe disiplininin korunması, vergi politikalarının adil bir zemine oturtulması ve sosyal devlet anlayışının güçlendirilmesi, toplumun tüm kesimlerine umut verecek adımlar olabilir.
Tüm bu dönüşümün sağlanabilmesi için medya, sivil toplum ve akademi gibi alanlara da büyük görev düşüyor. Kutuplaşmayı körükleyen değil, azaltan; ayrıştırıcı değil, birleştirici bir dilin benimsenmesi elzemdir. Zira ancak ortak bir gelecek hayali kurabilen bir toplum, ekonomik refaha ve siyasal olgunluğa ulaşabilir.
Sonuç olarak, mevcut tablo karamsar görünse de umut her zaman mümkündür. Ancak bu umudu gerçek kılacak olan, sadece söylemde değil, eylemde de farklı bir yol izlemeye cesaret edebilecek bir iradedir. Siyasetin toplumu bölen değil, birleştiren bir zemin olduğu; ekonominin belirsizlik değil, güven ürettiği bir Türkiye hayal değil. Yeter ki o yolu açacak iradeyi gösterebilelim.