Küresel krizler, dünya ekonomisinin kırılgan doğasını gözler önüne sererken, ülkeler açısından hem risk hem de fırsat barındıran karmaşık dönemleri temsil eder. Türkiye gibi gelişmekte olan ve jeopolitik olarak kritik bir konumda yer alan ülkeler, bu tür kriz dönemlerinde çok yönlü etkilerle karşı karşıya kalmaktadır. Küresel finansal dalgalanmalardan enerji şoklarına, jeopolitik çatışmalardan salgın hastalıklara kadar birçok farklı krizin doğrudan ve dolaylı etkileri, Türkiye ekonomisinin hem kırılganlıklarını açığa çıkarır hem de yeni fırsat alanları yaratabilir.
Son yirmi yılda yaşanan küresel gelişmeler Türkiye’nin krizlere karşı ne ölçüde dayanıklı olduğunu ve hangi alanlarda yapısal reformlara ihtiyaç duyduğunu ortaya koymuştur. 2008 küresel finans krizi, gelişmiş ülkelerin borçluluk düzeylerinin ve denetimsiz finans sistemlerinin yol açabileceği yıkımı gözler önüne serdi. Türkiye bu dönemde, görece güçlü bankacılık sistemi sayesinde ilk şoku hafif atlatmış olsa da, küresel talep daralmasının ve sermaye hareketlerindeki yavaşlamanın etkisiyle büyüme performansında ciddi bir gerileme yaşamıştır. Aynı zamanda dış finansmana olan bağımlılığın da ne denli kritik bir sorun olduğu bu süreçte bir kez daha anlaşılmıştır.
Daha yakın dönemde, COVID-19 pandemisi küresel tedarik zincirlerini bozarak Türkiye gibi dışa bağımlı üretim sistemine sahip ülkeleri ciddi biçimde etkilemiştir. Ancak bu kriz aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel tedarik merkezi olabilme potansiyelini de açığa çıkarmıştır. Avrupa’nın Çin’e olan aşırı bağımlılığı sorgulanmaya başlandığında, Türkiye lojistik konumu, genç iş gücü ve üretim kapasitesiyle öne çıkan bir alternatif olarak değerlendirilmiştir. Bu süreç, krizin tehdit edici yanına rağmen stratejik bir fırsat penceresi sunmuştur.
Rusya-Ukrayna savaşı ise enerji bağımlılığı ve gıda güvenliği konularında Türkiye’yi doğrudan etkileyen bir başka küresel kriz olmuştur. Enerji fiyatlarındaki yükseliş, Türkiye’nin dış ticaret açığını artırırken, enflasyonist baskıları da derinleştirmiştir. Ancak aynı savaş, Türkiye’nin diplomatik pozisyonunu güçlendirme, tahıl koridoru gibi küresel uzlaşı süreçlerinde etkin rol oynama fırsatı da yaratmıştır. Türkiye, bu gibi krizlerde diplomatik esneklik ve bölgesel ilişkilerdeki arabulucu rolü sayesinde hem ekonomik hem de siyasi kazançlar sağlayabilmektedir.
Tüm bu krizlerde öne çıkan temel risk unsurları arasında döviz kurlarındaki dalgalanmalar, sermaye çıkışları, enerji maliyetleri, ithalata bağımlı üretim yapısı ve enflasyon yer almaktadır. Türkiye’nin yüksek dış borcu ve cari açık sorunu, küresel finansman koşullarının sıkılaştığı dönemlerde daha da belirginleşir. Bu nedenle kriz dönemlerinde ekonomik kırılganlıklar daha çabuk tetiklenir ve iç politikada istikrar arayışları öne çıkar. Bu noktada, yapısal reform ihtiyacı daha da hayati hale gelir. Eğitimden vergi sistemine, tarımdan teknolojiye kadar birçok alanda atılacak adımlar Türkiye’nin krizlere karşı dayanıklılığını artırabilir.
Diğer yandan krizler, yerel üretimin teşvik edilmesi, dijitalleşmenin hızlandırılması, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi gibi fırsat alanlarını da beraberinde getirir. Özellikle küresel ölçekte üretim modelleri yeniden şekillenirken, Türkiye’nin sanayi politikalarını bu dönüşüme uygun şekilde yeniden yapılandırması büyük önem taşımaktadır. Ayrıca yeşil dönüşüm, dijital ekonomi ve sürdürülebilirlik gibi yeni nesil kalkınma başlıklarında küresel uyuma ayak uydurmak, Türkiye’nin uluslararası rekabet gücünü artırabilir.
Sonuç olarak, küresel krizler Türkiye ekonomisi için yalnızca tehdit değil, aynı zamanda önemli dönüşüm fırsatları da sunar. Bu fırsatların kalıcı kazanıma dönüşmesi ise vizyoner bir ekonomik strateji, güçlü kurumsal yapılar ve toplumsal dayanışma kapasitesine bağlıdır. Türkiye’nin küresel krizlerin etkisini en aza indirgeyerek potansiyelini avantaja çevirebilmesi, kısa vadeli pansuman çözümler yerine uzun vadeli, kapsayıcı ve sürdürülebilir politikaları hayata geçirmesiyle mümkün olacaktır.










