Küresel Güç Mücadelesinde Ekonominin Stratejik Dönüşümü

Dünya son yirmi yılda yalnızca teknolojik bir devrim yaşamadı; aynı zamanda ekonomik dengelerin de baştan yazıldığı bir döneme girdi. Artık küresel güç mücadeleleri yalnızca askerî cephelerde ya da diplomasi masalarında yürütülmüyor. Ekonomi, jeopolitik rekabetin ana cephesine dönüşmüş durumda. Ülkeler artık tanklardan çok fabrikalar, füzelerden çok veri merkezleri, toprak işgallerinden çok tedarik zincirleri üzerinden birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışıyor.

Soğuk Savaş döneminde güç; daha çok askerî kapasite, nükleer başlık sayısı ve ideolojik nüfuz alanlarıyla ölçülürdü. Bugün ise üretim altyapısı, ileri teknoloji kabiliyeti, enerji kaynaklarına erişim, kritik minerallerin kontrolü ve dijital ekosistemler bu yeni güç denkleminin temel unsurları. Yani küresel rekabet, doğrudan ekonominin stratejik bir enstrümana dönüştüğü, hatta savaşın bizzat kendisi olduğu bir formata evrilmiş durumda.

Bu dönüşümün en net yansımalarını ABD-Çin ekseninde görüyoruz. ABD, uzun yıllar boyunca dünya ekonomisinin merkez bankası rolünü üstlenmiş; dolarla ticaret, teknoloji üstünlüğü ve küresel finans mekanizmaları sayesinde tartışmasız lider konumdaydı. Ancak Çin’in hızlı sanayileşmesi, yüksek teknolojiye yaptığı dev yatırımlar ve Kuşak-Yol girişimi gibi projeler, ekonomik rekabeti adeta yeni bir Soğuk Savaş’a dönüştürdü. Bu kez nükleer tehditler yerine çip ambargoları, 5G savaşları ve tedarik zinciri blokajları konuşuluyor.

Rusya-Ukrayna savaşı da ekonominin artık nasıl stratejik bir silah haline geldiğinin çarpıcı örneği. Enerji fiyatları üzerinden uygulanan baskılar, doğalgaz arzındaki kesintiler ve batının uyguladığı mali yaptırımlar; aslında modern çağın top-tüfek değil, para-borç-emtia savaşı olduğunu net biçimde gösterdi. Benzer şekilde Suudi Arabistan ve diğer OPEC+ ülkelerinin petrol üretim kotası üzerinden küresel fiyatları yönlendirme çabaları da enerji kartının hâlâ ne kadar güçlü bir araç olduğunu kanıtlıyor.

Üstelik mesele sadece geleneksel enerji ya da sanayi değil. Yarınların petrolü olarak görülen yarı iletkenler, lityum ve nadir toprak elementleri için verilen mücadele, ekonominin “ham madde savaşları” boyutuna ulaştığını gösteriyor. Örneğin Tayvan, küçük bir ada devleti olmasına rağmen dünyadaki en ileri çip üretim kapasitelerine sahip olduğu için, küresel stratejilerin odağına yerleşmiş durumda. Benzer şekilde Afrika’da Çin’in agresif altyapı yatırımları, kritik madenlerin kontrolünü sağlama isteğinin açık bir yansıması.

Bütün bu gelişmeler aslında bize şunu söylüyor: Dünya artık askerî veya ideolojik bloklara değil, ekonomik ekosistemlere ayrılıyor. Teknolojiyi kim geliştiriyor, kritik üretimi kim yapıyor, enerji hatlarını kim denetliyor? İşte yeni küresel güç haritası bu sorular etrafında şekilleniyor. Bu yüzden ülkeler sadece ihracatı artırmak, turizmi canlandırmak ya da büyüme rakamlarını parlatmak için değil; doğrudan ulusal güvenlik ve bağımsızlık için ekonomik dönüşümler planlıyor. Stratejik rezervler kuruluyor, milli yazılımlar geliştiriliyor, çip fabrikaları için milyar dolarlık teşvikler açıklanıyor.

Bu tablo Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler açısından hem büyük fırsatlar hem de riskler barındırıyor. Tedarik zincirlerinde yaşanan kırılmalar, Asya merkezli üretim baskınlığının sorgulanmasına yol açtı. Avrupa’nın yeni tedarik partnerleri arayışı, Türkiye’ye avantaj sağlıyor. Ancak öte yandan bu büyük dönüşümde geç kalmak, yalnızca pazar olmaya mahkûm kalmak anlamına da gelebilir.

Sonuç olarak küresel güç mücadelesi artık ekonomi sahasında oynanıyor. Devletler askeri stratejiler kadar üretim kabiliyetlerine, teknolojik bağımsızlıklarına, enerji çeşitliliğine ve dijital ekosistemlerine yatırım yaparak güç kazanıyor. Ekonomi bir araç olmaktan çıkıp doğrudan hedefin kendisi haline gelirken, yeni yüzyılın büyük rekabeti de “zengin olmak” değil, “stratejik olarak güçlü olmak” üzerine kuruluyor. Bu gerçeklik, önümüzdeki on yılların hem en büyük sınavı hem de en büyük fırsatı olarak karşımızda duruyor.