Küresel finans sisteminin en önemli aktörlerinden biri olan uluslararası yatırım fonları, özellikle gelişmekte olan ülkeleri radarında tutan dinamik yapılardır. Bu fonlar, yüksek getiri potansiyeli ve düşük maliyetli giriş imkanları ararken, ekonomik ve politik gelişmeleri anbean takip ederler. Türkiye de uzun yıllardır bu küresel fonların ilgi alanında yer almaktadır. Ancak bu ilgi her zaman istikrarlı ya da samimi değildir. Türkiye’ye yönelen bu sermaye akımlarında çoğu zaman fırsatçılığın mı, yoksa gerçek bir yatırım ilgisinin mi baskın olduğu sorusu akıllara gelir. İşte bu yazıda, Türkiye ile küresel fonlar arasındaki ilişkiyi, ekonomik göstergeler, politik tercihler ve uluslararası sermaye hareketlerinin doğası ışığında ele alacağız.
Küresel fonların yatırım kararları, yalnızca bir ülkenin iç dinamiklerine değil, aynı zamanda küresel ekonomik atmosferdeki dalgalanmalara da bağlıdır. ABD Merkez Bankası’nın faiz politikaları, Avrupa Merkez Bankası’nın genişleme kararları, Çin’in büyüme performansı ya da Ortadoğu’daki jeopolitik gerilimler, bu fonların yönünü etkileyen başlıca faktörler arasındadır. Türkiye, bulunduğu coğrafi konum, genç nüfusu, büyüme potansiyeli ve stratejik sektörleri nedeniyle dikkat çekici bir pazar olarak görünse de, küresel fonlar için esas olan, bu potansiyelin ne kadar “kâra dönüştürülebilir” olduğudur.
Türkiye ekonomisi, dönem dönem yüksek faiz politikaları ve döviz kuru avantajlarıyla küresel fonları çekmeyi başarmıştır. 2000’li yılların ortasında yaşanan istikrar dönemi, özellikle Avrupa ve ABD merkezli fonların Türkiye piyasasına girmesini teşvik etmiştir. Hisse senedi ve tahvil piyasalarında artan yabancı payı, Merkez Bankası rezervlerinde yaşanan yükseliş, finans sektöründeki yabancı ortaklıklar bu dönemin belirgin göstergeleridir. Ancak bu ilgi, yapısal reformlarla desteklenmediğinde kalıcı olmamıştır. Ekonomide yaşanan her belirsizlik, siyasi tansiyon, dış politikadaki agresif çıkışlar ya da kurumsal çöküntüler, fonların Türkiye’den hızla çıkmasına neden olmuştur.
Fonlar doğaları gereği duygusuzdur; risk analizini matematiksel ve politik bir çerçevede yaparlar. Bir ülkeye yöneldiklerinde “destekliyoruz” mesajı vermezler; sadece “şartlar lehimize” demek isterler. Türkiye’ye zaman zaman yaşanan yoğun fon akışı da bu pragmatizmin bir yansımasıdır. 2023 ve sonrasında Türkiye ekonomisinde uygulanan yeni ekonomi politikaları, para politikasında sıkılaşmaya gidilmesi ve uluslararası piyasalara daha olumlu mesajlar verilmesi, bazı küresel fonların yeniden Türkiye’ye dönmesine neden oldu. Ancak bu dönüş, kalıcı bir stratejik yönelimden çok, kısa vadeli getiri arayışının bir sonucu gibi duruyor.
Bir başka deyişle, fonlar şu an Türkiye’ye ilgi gösteriyor olabilir ama esas niyetleri ekonomik istikrarı desteklemek değil, uygun bir pozisyon alıp zamanında çıkmaktır. Türkiye’nin yüksek faiz politikası ve dövizdeki kontrol mekanizmaları, fonlar açısından cazip getiriler sunuyor. Ancak bu yapay denge bozulduğunda, ilk terk eden yine bu fonlar olacaktır. Geçmişte yaşanan krizler bunun en somut örnekleridir. 2018 döviz krizi, 2020 pandemi dönemindeki panik satışlar ve 2021 sonrası kur krizleri sırasında Türkiye’den çıkan yabancı sermaye, bu kırılgan ilişkinin bir göstergesidir.
Fonların Türkiye’ye yönelik ilgisi, aynı zamanda ülkedeki siyasi ve hukuki çerçeveyle de doğrudan ilişkilidir. Yatırım ortamının öngörülebilir olması, mülkiyet haklarının korunması, yargı bağımsızlığı, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi kriterler, yabancı fonların kararlarını etkiler. Türkiye’nin bu alanlarda zaman zaman zayıf performans sergilemesi, ilginin geçici kalmasına neden olmuştur. Örneğin ani yasa değişiklikleri, Merkez Bankası başkanlarının görevden alınması, şeffaflık eksiklikleri ya da sermaye kontrollerine yönelik sinyaller, yatırımcıların güvenini zedelemektedir. Bu güven kaybı ise Türkiye’nin bir “fırsatlar ülkesi” olarak değil, “riskli bir geçiş durağı” olarak algılanmasına neden olur.
Küresel fonlar, ayrıca Türkiye’nin jeopolitik pozisyonunu da sürekli olarak değerlendirme altındadır. Ukrayna-Rusya savaşı, İran-İsrail gerginliği, Suriye meselesi ve Doğu Akdeniz’deki enerji rekabeti gibi başlıklar, Türkiye’nin risk primini doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu nedenle fonlar, ekonomik göstergeler kadar jeopolitik gerginlikleri de yatırım stratejilerine dahil eder. Türkiye’nin bu denli kritik bir bölgede yer alması, hem avantaj hem de dezavantaj yaratmaktadır. Bir yandan enerji geçiş yolu, lojistik üs ve bölgesel güç olarak konumlanmak, fonlar açısından cazip olabilir; öte yandan her an patlak verecek bir kriz, fonların pozisyonlarını gözden geçirmelerine yol açar.
Peki Türkiye bu durumu nasıl yönetebilir? Cevap, kısa vadeli kazançlara değil, uzun vadeli stratejik hedeflere odaklanmaktan geçiyor. Küresel fonları çekmek elbette önemlidir ancak bunu fırsatçılığa maruz kalmadan, gerçek yatırım ortaklığına dönüştürmek gerekir. Bunun yolu ise yatırım iklimini kalıcı biçimde iyileştirmekten geçer. Hukukun üstünlüğü, ekonomik şeffaflık, para politikasında bağımsızlık, vergi istikrarı ve kurumsal yönetişim gibi unsurlar, yabancı yatırımcıyı sadece cezbetmekle kalmaz, aynı zamanda kalmasını da sağlar.
Sonuç olarak, küresel fonların Türkiye’ye ilgisi her zaman bir soru işaretini de beraberinde getirir: Gerçekten Türkiye’ye mi yatırım yapıyorlar, yoksa sadece fırsat mı kolluyorlar? Bugünkü veriler ve geçmiş deneyimler, bu sorunun ikinci seçeneğine daha yakın olduğunu gösteriyor. Ancak Türkiye’nin potansiyeli, doğru politikalarla gerçek bir yatırım destinasyonuna dönüşmeye müsaittir. Bunun için güven, istikrar ve reformların birlikte işletilmesi gerekir. Aksi takdirde küresel fonlar, bugün gelir ama yarın çıkar. Kalıcılık, yapısal güveni gerektirir. Türkiye ise bu güveni inşa edebilecek kapasiteye sahip bir ülkedir; yeter ki günü kurtarmaya değil, geleceği inşa etmeye odaklansın.










