Dünya son yıllarda yalnızca teknolojik bir dönüşümün değil, aynı zamanda çok katmanlı bir jeoekonomik yeniden şekillenmenin de ortasında. Küresel büyüme tablosuna baktığımızda, artık mesele yalnızca kalkınmanın niceliği değil, nasıl bir stratejiyle sağlandığı, hangi değer zincirleri içinde konumlanıldığı ve uluslararası güç dengelerinde nasıl yer edinildiği haline gelmiş durumda. Ülkeler açısından büyüme, salt GSYH artışları ya da refah göstergeleri ile ölçülen bir süreç olmanın ötesine geçti; güvenlik, rekabet üstünlüğü ve hatta teknolojik bağımsızlık arayışlarıyla iç içe geçmiş, stratejik bir zemine oturmuş durumda.
Aslında kalkınma ile rekabet arasında tarih boyunca daima ince bir çizgi olmuştur. Sanayi Devrimi’nden itibaren üretim kapasitesi, ham madde kaynaklarına erişim ve uluslararası ticaret yolları, ülkelerin zenginleşmesinin temel unsurları sayıldı. Ancak bugün küresel ekonomi farklı bir kırılma eşiğinde. Dijitalleşmenin hızlanması, yapay zeka, yeşil dönüşüm ve sürdürülebilirlik gibi kavramların yeni rekabet parametreleri haline gelmesi, kalkınma hamlelerinin boyutunu ve yönünü derinden değiştirdi. Artık mesele yalnızca daha fazla üretmek değil, stratejik alanlarda bağımsız kalabilmek, kritik teknolojilerde söz sahibi olmak ve küresel tedarik zincirleri içinde vazgeçilmez halkalardan biri olabilmek.
Bu çerçeveden bakınca, ABD ile Çin arasında son on yıldır giderek sertleşen rekabet, dünya büyümesini salt ekonomik bir yarış olmaktan çıkarıp jeoekonomik bir satranç tahtasına dönüştürdü. Mikroçiplerden batarya teknolojilerine, nadir toprak elementlerinden veri merkezlerine kadar uzanan geniş bir alanda süren mücadele, diğer ülkeleri de yeni pozisyonlar almaya zorluyor. Avrupa Birliği’nin stratejik özerklik çabaları, Hindistan’ın teknoloji ekosistemini güçlendirme politikaları, Japonya ve Güney Kore’nin yarı iletken odaklı kalkınma programları hep bu bağlamda değerlendirilebilir. Yani artık dünyada büyüme, salt rakamsal bir performans değil; kimlerin hangi oyun planına sahip olduğu, kimin hangi pazar ve teknoloji üzerinde nüfuz kurabildiğiyle şekilleniyor.
Bununla beraber gelişmekte olan ülkeler için asıl soru; küresel rekabetin bu sertleştiği ortamda, büyümeyi nasıl daha sürdürülebilir ve kapsayıcı hale getirebilecekleri. Pek çok ülke hala enerji dönüşümüne finansman bulmakta, dijital altyapısını genişletmekte, insan sermayesini yeterince güçlendirmekte zorlanıyor. Oysa yeni dönemde yalnızca makro istikrarı korumak yetmeyecek; iklim kriziyle mücadeleden siber güvenliğe, kritik veri merkezlerinin ülke içinde tutulmasından yüksek katma değerli üretime kadar pek çok başlık, kalkınmanın olmazsa olmaz parçası haline geldi. Üstelik bunlar birbirinden kopuk değil, doğrudan rekabet stratejileriyle iç içe geçmiş başlıklar.
Küresel ekonomi, pandeminin ardından kırılan tedarik zincirleri, bölgeselleşen üretim eğilimleri ve artan korumacı politikalarla yepyeni bir çehreye büründü. Bir yandan iklim kaynaklı riskler iş modellerini dönüştürmeye zorlarken, diğer yandan jeopolitik gerilimler ülkeleri daha içe dönük, “kendi kendine yetebilen” yapıların peşine düşürüyor. Bu da klasik büyüme reçetelerini geçersiz kılmakla kalmıyor, aynı zamanda yeni bir küresel güç tanımını da beraberinde getiriyor. Artık güçlü olmak sadece zengin olmak değil; kritik teknolojilere hakim olmak, inovasyon ekosistemini besleyebilmek ve stratejik sektörlerde dışa bağımlılığı azaltmak anlamına geliyor.
Sonuçta kalkınma ve rekabet iç içe geçmiş iki kavram olarak dünya sahnesinde yerini alıyor. Ülkeler yalnızca refahlarını artırmak için değil, aynı zamanda uluslararası denklemde ellerini güçlendirmek için büyümek zorunda. Bu nedenle kalkınma, salt bir ekonomik hedef olmaktan çıkıp, ulusal güvenliğin, dış politikanın ve hatta toplumsal istikrarın da temel dayanaklarından biri haline gelmiş durumda. Jeoekonomik bakış açısı bize gösteriyor ki, önümüzdeki on yıllar yalnızca kimlerin daha hızlı büyüdüğüyle değil, kimlerin bu büyümeyi daha akıllıca, stratejik olarak nasıl şekillendirdiğiyle anılacak. Dünya, kalkınma yarışı ile rekabet stratejileri arasındaki bu ince çizgide ilerlerken, aslında geleceğin güç dengeleri de sessiz sedasız yeniden yazılıyor.








