Dünya ekonomisi tarih boyunca savaşlarla, keşiflerle, teknolojik devrimlerle ve büyük krizlerle şekillendi. 21. yüzyılda ise ekonomik dinamiklerin saf iktisadi dengelerden ibaret olmadığını, jeoekonomik güç mücadelelerinin bu sürecin kalbine yerleştiğini çok daha açık bir şekilde görüyoruz. Artık ülkeler yalnızca para politikaları veya ticaret anlaşmalarıyla değil; aynı zamanda stratejik ham madde kısıtlamaları, teknoloji ambargoları, enerji kartları ve uluslararası yatırımlar üzerinden yürütülen bir satranç oyununda konum alıyor. Küresel ekonominin geleceğini de tam olarak bu karmaşık ilişkiler ağı belirleyecek.
Jeoekonomi, ekonomik araçların siyasi amaçlarla kullanılmasını anlatmak için sıkça başvurulan bir kavram. Ancak günümüzde bu tanım bile yetersiz kalıyor; çünkü ekonomi ile siyaset, enerji ile güvenlik, teknoloji ile ulusal çıkarlar artık neredeyse birbirinden ayrı düşünülemeyecek kadar iç içe geçmiş durumda. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, ABD’nin mikroçiplerde stratejik bağımsızlığı hedefleyen adımları, Avrupa’nın Rusya’dan enerji bağımlılığını azaltma çabaları bunun güncel örnekleri. Bu girişimlerin her biri aslında ekonomik büyüme vaat etse de, aynı zamanda rakiplere karşı bir kaldıraç unsuru olarak da kullanılıyor. Bu durum, küresel ekonomiyi yeni risklerle baş başa bırakıyor.
Riskler listesinin başında artan jeopolitik gerilimler var. Ukrayna savaşı, Tayvan Boğazı’nda yükselen tansiyon, Orta Doğu’da kırılgan dengeler gibi gelişmeler, dünya ticaret yollarını ve enerji nakil hatlarını doğrudan tehdit ediyor. Bunun sonucunda arz şokları, fiyat oynaklıkları ve yatırım iştahında dalgalanmalar yaşanıyor. Ayrıca pandemiyle birlikte kırılgan olduğu görülen tedarik zincirleri, bu jeopolitik risklerle daha da güvensiz hale geliyor. Ülkeler kritik sektörlerde kendi kendine yetebilmeyi hedefleyen stratejilere yönelirken, küreselleşmenin bir ölçüde geri sarılması ihtimali büyüyor. Bu da uzun dönemde toplam faktör verimliliğini sınırlayabilecek bir gelişme.
Ancak risklerin yanında önemli fırsatlar da bulunuyor. Yeşil dönüşüm, belki de önümüzdeki onyılların en büyük ekonomik sıçrama tahtası. Karbon nötr hedefleri, başta temiz enerji, batarya teknolojileri, elektrikli ulaşım ve yeşil hidrojen gibi sektörlerde devasa yatırım dalgalarını tetikliyor. Bu dönüşüm sadece iklim krizini hafifletmekle kalmayacak; aynı zamanda yeni istihdam alanları, daha rekabetçi üretim yapıları ve teknoloji ihracatı fırsatları yaratacak. Özellikle gelişmekte olan ülkeler, uygun strateji ve teşviklerle bu alanda küresel değer zincirlerine daha fazla entegre olma şansı yakalayabilir.
Dijitalleşme ve yapay zeka da bir diğer önemli fırsat. Veri merkezleri, bulut hizmetleri, otonom sistemler ve ileri algoritmalar, ekonomik verimliliği dramatik şekilde artırabilecek potansiyele sahip. Ancak bu aynı zamanda sosyal dokuda yeni sınavlar anlamına geliyor. Milyonlarca işin otomasyona kayacağı bir dünyada, gelir dağılımı daha da bozulabilir, orta sınıf zayıflayabilir ve toplumsal gerilimler artabilir. Bu nedenle dijital dönüşümün kazananlarının yanında kaybedenlerini de gözeten, kapsayıcı politikalara ihtiyaç var.
Küresel ekonominin geleceği için farklı senaryolar masada. En iyimser senaryo; ülkelerin yeşil dönüşümü hızlandırdığı, ticaret savaşlarının yerini işbirliğine bıraktığı, teknolojinin insan merkezli şekilde yönetildiği ve yeni bir küresel büyüme hikayesinin yazıldığı bir tablo. Böyle bir senaryoda gelir artışı, yoksulluğun azalması ve refahın geniş kesimlere yayılması mümkün olabilir.
Daha olumsuz bir senaryo ise artan korumacılık, güvenlik kaygıları nedeniyle büyüyen savunma harcamaları ve bloklaşmalarla dolu bir dünya. Böyle bir ortamda yatırımların jeopolitik belirsizlikler nedeniyle geri çekilmesi, teknolojik paylaşımın kısıtlanması ve uluslararası tedarik zincirlerinin parçalanması ekonomik büyümeyi ciddi şekilde yavaşlatabilir. Üstelik küresel sorunların çözümü için gereken işbirliği de zayıflar.
Tüm bu tablo, bizlere jeoekonominin artık yalnızca dış politika uzmanlarının değil, iş insanlarının, girişimcilerin ve sıradan vatandaşların bile yakından takip etmesi gereken bir alan haline geldiğini gösteriyor. Dünya ekonomisinin geleceği, yalnızca faiz oranları, enflasyon rakamları veya büyüme istatistikleriyle okunamaz hale geldi. Artık enerji haritaları, teknoloji savaşları, stratejik maden diplomasi oyunları ve çok taraflı anlaşmalar gibi konular, ekmek fiyatından konut kredisine kadar her şeyi etkileyebilecek bir güç kazandı.
Kısacası dünya ekonomisi, riskler kadar fırsatların da bulunduğu, karmaşık ve dinamik bir eşiğe dayanmış durumda. Bu süreçte ülkeler kadar şirketlerin ve bireylerin de doğru öngörülerle pozisyon alması, değişime ayak uyduracak esnek stratejiler geliştirmesi büyük önem taşıyor. Gelecek, belirsizliklerle dolu olabilir; ama aynı zamanda tarihin her döneminde olduğu gibi, vizyonerler için büyük bir potansiyel de barındırıyor.










