Türkiye, son yıllarda siyasi ve ekonomik açıdan tarihinin en çalkantılı dönemlerinden birini yaşıyor. AK Parti’nin 20 yılı aşan iktidarı, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirirken, muhalefetin alanı giderek daralıyor. Bu daralma, yalnızca siyasi mekanizmalarla sınırlı değil; ekonomik krizin tetiklediği toplumsal huzursuzluk, iktidar-muhalefet gerilimini daha da karmaşık hale getiriyor. Peki, Türkiye’de iktidar karşıtlığının sınırları nereye kadar uzanıyor? Ekonomik kaos, bu denklemi nasıl etkiliyor?
Siyasi Muhalefetin Önündeki Görünmez Duvar
Muhalefetin toplumsal desteği mobilize edecek bir dil ve program geliştirememesi en büyük eksiklik. İktidar, milliyetçi-muhafazakar söylemi ekonomik krize rağmen bir “kimlik kalkanı” olarak kullanırken, muhalefet “neoliberal alternatifler” veya “statükocu laiklik” arasında sıkışıyor. Bu durum, özellikle gençler ve kent yoksulları arasında umutsuzluğa yol açıyor.
Ekonomik Krizin Siyasete Etkisi: Kısır Döngü
Türk lirasının son beş yılda dolar karşısında %400’den fazla değer kaybetmesi, enflasyonun %40’lar seviyesinde seyretmesi ve dış borcun 500 milyar doları aşması, ekonomiyi bir patlamaya hazır bomba haline getirdi. Hükümetin “faiz sebep, enflasyon sonuç” şeklinde özetlenen politikaları, Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yitirmesiyle birleşince, yatırımcı güveni tarihi dip seviyelere indi.
Ekonomik çöküş, iktidarın meşruiyetini sorgulatırken, muhalefetin bu durumu bir alternatif sunmak için kullanması gerekiyor. Ancak ekonomik krizin yükü, toplumun en kırılgan kesimlerine bindiriliyor. Asgari ücretin dolar bazında 400 dolara düşmesi, akaryakıt ve gıda fiyatlarındaki artışlar, insanları günlük hayatta mücadeleye zorlarken, siyasi katılımı da geri plana itiyor. İktidar, bu kaosu “dış mihrakların ekonomik savaşı” olarak çerçeveleyerek, kutuplaşmayı derinleştiriyor ve eleştirileri “vatana ihanet” ile eşleştiriyor.
Toplumsal Kutuplaşma: İktidarın Güvenlik Kemeri
Türkiye’de siyasi kutuplaşma, ekonomik krizin etkilerini perdeleyen bir işlev görüyor. İktidar yanlısı kesimler, yaşam standartları düşse de “ülkenin bekası” söylemine sığınarak desteklerini sürdürüyor. Muhalifler ise ekonomik çöküşü iktidarın yanlış politikalarına bağlasa da, alternatif bir gelecek vizyonu sunmakta yetersiz kalıyor. Bu durum, siyasi katılımı pasif bir memnuniyetsizliğe hapsediyor.
Kültürel kimlikler üzerinden şekillenen bu kutuplaşma, muhalefetin farklı toplumsal kesimleri kapsayacak bir dil geliştirmesini de engelliyor. Örneğin, Kürt siyasi hareketi ile laik-seküler kesimler arasındaki tarihsel güvensizlik, ortak bir muhalefet cephesi oluşturulmasını zorlaştırıyor.
Sonuç: Krizden Çıkış Yolu Var mı?
Türkiye’nin içinde bulunduğu çıkmaz, yalnızca ekonomik istikrarsızlık veya siyasi otoriterleşme ile açıklanamaz. İki olgu birbirini besliyor: İktidar, ekonomik krizi siyasi kontrolü sağlamak için bir araç olarak kullanırken, muhalefetin etkisizliği krizin derinleşmesine yol açıyor. Bu kısır döngüyü kırmak için, öncelikle siyasi katılımın önündeki engellerin kaldırılması, bağımsız yargı ve basın özgürlüğünün tesis edilmesi gerekiyor.
Ekonomide ise popülizmden uzak, uluslararası standartlara uygun politikalar şart. Ancak bunun için siyasi irade ve toplumsal uzlaşı eksik. Türkiye, ya bu değişimi demokratik yollarla gerçekleştirecek ya da ekonomik çöküşün tetikleyeceği toplumsal patlamalarla yüzleşecek. İktidar ve muhalefetin sorumluluğu, bu seçimi yapmakta ısrar etmek yerine, ülkeyi ortak bir geleceğe taşıyacak adımları atmak olmalı.
Not: Bu yazı, Türkiye’nin siyasi-ekonomik dinamiklerini anlamaya yönelik bir analizdir. Kesin çözümler sunmaktan ziyade, sorunu çok boyutlu ele almayı hedefler.