Merkez bankacılığının en temel görevi, ekonomide fiyat istikrarını sağlamaktır. Çünkü fiyat istikrarı yalnızca rakamlardan ibaret değildir; bir ülkenin geleceğe duyduğu güvenin, yatırım iştahının, üretim kapasitesinin ve toplumsal refahın temel taşıdır. Enflasyon kontrol altına alınamadığında sadece fiyatlar değil, beklentiler de bozulur. Bu da yatırım kararlarını erteler, ekonominin potansiyelini törpüler ve uzun vadeli büyüme imkanlarını zayıflatır. Cumhuriyet’in 102. yılında, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nin kalkınma hedeflerinin temelinde tam da bu mantık yatıyordu: Güven ve üretim temelli ilerleme.
Türkiye’nin hikayesi maalesef bu idealden giderek uzaklaştığımız bir zemine işaret ediyor. 2001 reformları ile bağımsız bir para politikası çerçevesine kavuşan Merkez Bankası, dünya örnekleriyle uyumlu, fiyat istikrarını merkeze alan bir yapıya bürünmüştü. Ancak bu çerçeve uzun ömürlü olamadı. 2010 sonrasında fiyat istikrarı giderek ikincil plana itildi; bağımsızlık algısı zayıfladı, enflasyon tek hanelerden çift hanelere tırmandı. 2018 sonrasında ise kırılma daha da belirginleşti ve %25’li seviyeler test edildi. Bu süreçte para politikası, fiyat istikrarının yerine finansal istikrar refleksleriyle şekillenmeye başladı. Yani öncelik, enflasyonu düşürmekten çok olası bir finansal sarsıntının önüne geçmeye kaydı.
Mayıs 2023 öncesi agresif faiz indirimleri, zaten aşınmış olan para politikası kredibilitesine son darbeyi vurdu. Sonrasında başlayan rasyonelleşme dönemi ise fiyat istikrarını tekrar merkezine alan bir perspektife dönüşmek yerine, yine ağırlıklı olarak finansal istikrarın korunması ekseninde ilerledi. Nitekim Aralık 2024’teki faiz indirimleri de buna işaret ediyordu: Enflasyon hedefiyle uyumsuz bir gevşeme adımı atılmış, buna karşın piyasa tepkisi sınırlı kalmıştı. O dönem yapılan bağımsız tahminler dahi yıl sonu enflasyonunun hedefin çok üzerinde gerçekleşeceğini işaret ediyordu. Buna rağmen faiz indirimi tercihi, TCMB’nin kanunda tanımlı fiyat istikrarı misyonundan ne kadar uzaklaşıldığını göstermişti.
23 Ekim 2025’teki 100 baz puanlık faiz indiriminin özellikle sert eleştirilmesinin sebebi aslında bugünün değil, geçmiş politikaların birikimidir. Piyasa, uzun süredir fiyat istikrarı perspektifinin geri dönmesini beklerken, her indirim bu beklentiyi daha da zayıflatıyor. Bugün gelinen noktada fiyat istikrarı artık öncelik değil; finansal istikrara yönelik adımların yan ürünü hâline gelmiş durumda. Bu yaklaşım yalnızca enflasyonla mücadele kapasitesini aşındırmakla kalmıyor, kur üzerindeki yapay istikrar çabasının üretim ve ihracat üzerindeki etkileri nedeniyle reel sektörü de zor durumda bırakıyor. Kurun enflasyonla birlikte hareket etmesine izin verilmemesi, ihracatçıların rekabet gücünü zayıflatıyor ve ekonominin döviz kazanma kapasitesini erozyona uğratıyor.
Kalıcı bir dezenflasyon programının temel koşullarından biri, kaçınılmaz maliyetin adil paylaşılmasıdır. Ancak Türkiye’de bu yönde güçlü bir irade görülmedi. Talebi dengelerken sabit gelirli kesimleri koruyacak bir vergi reformu hâlâ hayata geçirilmedi. Dolaylı vergilerin ağırlığı, hem gelir dağılımını bozuyor hem de fiyatlar üzerinde ilave baskı yaratarak dezenflasyon sürecini zorlaştırıyor. Bu nedenle yüksek faizin ne kadar süreceği belirsizleşiyor ve maliyet büyüyor.
Bugünkü tablo, toplumun geniş kesimlerinin de enflasyonla mücadeleyi önceliklendirmediğini gösteriyor. Tüketici hızlı kazanç beklentisiyle hareket ediyor, üretici fiyatlama alışkanlıklarını değiştiremiyor, siyasetçi kısa vadeli hedeflere odaklanıyor. Böyle bir zeminde Merkez Bankası’nın güçlü bir dezenflasyon programı yürütmesi elbette güçleşiyor. Fakat bu çıkmaz kader değil. Türkiye, 2001 sonrası yaptığı gibi yeniden güven inşa edebilir, tek haneli enflasyonu yakalayabilir. Bunun yolu kısa vadeli politika hamlelerinden değil; kurumsal güvenin güçlendirilmesinden, hukuk devleti ilkesinin pekiştirilmesinden, eğitimden Ar-Ge’ye, yüksek teknoloji üretiminden ihracata uzanan stratejik bir kalkınma vizyonundan geçiyor.
Unutmamak gerekiyor: Faiz tek başına ekonomiyi kurtarmaz; ama güven ortamı olmadan hiçbir yatırım gerçekleşmez. Tutarlı bir makro çerçeve, öngörülebilir para politikası, adil vergi sistemi ve güçlü kurumsal yapı inşa edildiğinde, faiz yüksek de olsa yatırımlar artar. Türkiye bu deneyimi yaşadı, tekrar yaşayabilir. Ancak bunun için önce toplum olarak ortak bir hedefe inanmamız ve fiyat istikrarının sadece teknik bir mesele değil, refahın, adaletin ve kalkınmanın temeli olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Kısacası, asıl ihtiyaç duyduğumuz şey faiz kararı değil; yön ve irade kararıdır. Ekonomi güvenle büyür, güven ise istikrarlı ve kararlı politikalarla inşa edilir. Bugün atılacak doğru adımlar, yarının güçlü Türkiye’sinin temelini oluşturacaktır.









