Ekonomi politikalarının en çok tartışılan konularından biri olan enflasyon ve faiz ilişkisi, toplumun farklı kesimlerini derinden etkiliyor. Merkez bankalarının enflasyonla mücadele için uyguladığı faiz artışları veya indirimleri, bir yandan tüketicinin cebindeki parayı, diğer yandan sermaye sahiplerinin portföyünü şekillendiriyor. Peki bu politikalar kimin lehine işliyor? Halkın alım gücü mü korunuyor, yoksa finansal sistemin aktörleri mi kazançlı çıkıyor?
Enflasyon ve Faiz: Temel Dinamikler
Enflasyon, fiyatlar genel seviyesindeki sürekli artış olarak tanımlanır. Merkez bankaları, enflasyonu kontrol altına almak için temel araç olarak faiz politikalarını kullanır. Faiz artırıldığında, borçlanma maliyeti yükselir; tüketim ve yatırım harcamaları azalır. Bu, talebi düşürerek fiyat artışlarını yavaşlatmayı hedefler. Tersi durumda, faizlerin düşürülmesi, ekonomiyi canlandırmak için kredi hacmini genişletir.
Ancak bu mekanizma, teoride basit görünse de pratikte toplumsal eşitsizlikleri derinleştirebiliyor.
Yüksek Faiz: Kim “Fedakârlık” Yapıyor?
Enflasyonla mücadelede faiz artışları sıklıkla tercih edilen bir yöntem. Örneğin, 1980’lerde ABD’de Paul Volcker’ın uyguladığı %20’ye varan faizler, enflasyonu düşürdü ancak işsizliği artırarak dar gelirlileri vurdu. Benzer şekilde, Türkiye’de 2021 sonrası izlenen “yeni ekonomi modeli”nin faiz indirimleri, TL’nin değer kaybına yol açtı ve enflasyonu %85’lere taşıdı. Bu süreçte, sabit gelirli emekçiler reel ücretlerinde keskin düşüş yaşarken, döviz varlıklı kesim kazanç sağladı.
Yüksek faizin kazananları:
- Tasarruf sahipleri: Faiz geliri artar.
- Finansal yatırımcılar: Devlet tahvili ve mevduat getirileri yükselir.
Kaybedenler:
- Kredi çekenler: Konut kredisi, işletme kredisi maliyetleri katlanır.
- Ücretli çalışanlar: Enflasyon karşısında satın alma gücü erir.
Düşük Faiz: Büyüme mi, Spekülasyon mu?
Faizlerin düşük tutulması, teoride ekonomiyi canlandırmayı amaçlar. Ancak bu politika, varlık balonlarına yol açabilir. Örneğin, 2008 küresel krizinden sonra ABD ve Avrupa’da uygulanan sıfır faiz politikaları, borsa ve gayrimenkulde aşırı değerlenmelere neden oldu. Sermaye sahipleri, ucuz krediyi kullanarak varlık alımını hızlandırırken, emekçi sınıf kira ve konut fiyatlarındaki artışla mücadele etmek zorunda kaldı.
Türkiye’de 2020’lerde yaşanan döviz kuru şoku da benzer bir tablo çizdi: Faiz indirimleriyle desteklenen “ucuz TL“, yatırımcıyı döviz ve altına yönlendirdi. Sonuçta, dolarizasyon artarken, asgari ücretle geçinenler gıda ve enerji fiyatları karşısında zorlandı.
Sermaye-Halk İkilemi: Sistem mi, Uygulama mı?
Enflasyon-faiz politikalarının etkisi, ekonomik yapının adaletiyle doğrudan ilişkili. Neoliberal ekonomilerde, finansal serbestleşme nedeniyle sermaye hareketleri hızlıdır. Faiz artışı, sıcak parayı çekerek döviz kuru baskısını azaltabilir, ancak bu geçici bir çözümdür. Öte yandan, refah devleti modelini benimseyen ülkelerde (İskandinav ülkeleri gibi), yüksek vergi gelirleri ve sosyal harcamalar, enflasyonun halk üzerindeki etkisini hafifletir.
Türkiye gibi dolarizasyonun yüksek olduğu ekonomilerde ise faiz politikaları, genellikle “sermayenin kaçışını” durdurmak için kullanılır. Bu durumda, yüksek faiz ödemeleri bütçe açığını büyütürken, vergi yükü emekçi sınıfa kayar.
Çözüm: Dengeli Politikalar ve Sosyal Adalet
Enflasyonla mücadelede tek başına faiz politikası yetersiz kalıyor. Yapısal reformlar (verimlilik artışı, üretim çeşitliliği) ve gelir dağılımını düzeltici adımlar şart:
- Ücretlerin enflasyona endekslenmesi: Reel kayıpların önüne geçmek için.
- Spekülatif kazançların vergilendirilmesi: Sermaye hareketlerinden adil pay alınması.
- KOBİ’lere ucuz kredi erişimi: Üretim ekonomisinin canlanması.
- Temel gıda-enerji desteği: Yoksul kesimin korunması.
Sonuç: Kazananı Değil, Toplumu Düşünmek
Enflasyon ve faiz politikaları, “halk mı sermaye mi” ikilemine mahkûm değil. Doğru araçlarla hem fiyat istikrarı sağlanabilir hem de sosyal adalet güçlendirilebilir. Ancak bu, kısa vadeli çıkarlar yerine uzun vadeli planlamayı, finansal çevrelerin değil toplumun ihtiyaçlarını merkeze alan bir yaklaşım gerektirir. Ekonomi, bir “sıfır toplamlı oyun” değil; adil paylaşımın mümkün olduğu bir denge arayışı olmalıdır.










