Enflasyon Gerçeği Karşısında Memur Maaşları: Gerçekten Ezilmiyor muyuz?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kamu çalışanlarına yönelik açıklamaları, memur maaşlarına yapılan artışları öne çıkararak bir başarı tablosu çizmeyi hedefliyor. 2025 yılı itibarıyla en düşük memur maaşının 43 bin 726 TL’ye yükseldiği ve 2002’den bu yana reel bazda yüzde 266 artış yaşandığı ifade ediliyor. Ancak açıklamalarda dikkat çeken temel nokta, bu artışların gerçekten “reel” olup olmadığına ve kamu çalışanlarının alım gücünü ne derece koruyabildiğine dair ciddi bir sorgulama yapılmaması. Çünkü piyasadaki gerçekler, enflasyonun dar ve sabit gelirli kesim üzerinde yıpratıcı etkilerinin sürdüğünü açıkça ortaya koyuyor.

2002’den bugüne geçen 23 yıllık dönemde Türkiye ekonomisinde çok sayıda yapısal değişiklik yaşandı. Ancak bu değişikliklerin tamamı kamu çalışanlarının lehine işlemedi. Döviz kuru, gıda fiyatları, barınma giderleri ve ulaşım maliyetleri gibi temel kalemlerde yaşanan artışlar, maaşlara yapılan nominal zamlardan çok daha hızlı gerçekleşti. Bugün asgari ücretle veya en düşük memur maaşıyla geçinmeye çalışan bir bireyin, büyükşehirlerde insan onuruna yakışır bir yaşam sürmesi neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda. Bu koşullarda maaşların geçmişe göre ne kadar “yükseldiği” değil, günümüzde hangi ihtiyaçları karşılayabildiği çok daha anlamlı bir ölçüttür.

Üstelik açıklamalarda altı çizilen yüzde 266’lık reel artış ifadesi, gerçek anlamda bir satın alma gücü değerlendirmesinden çok, siyasi bir retorik olarak kalıyor. Zira reel artış, yalnızca enflasyona göre hesaplanan bir oran değil; aynı zamanda alım gücü, yaşam kalitesi ve sosyal hakların toplam etkisiyle değerlendirilmesi gereken bir konudur. Son yıllarda çarşı-pazarda yaşanan fiyat patlaması, temel tüketim ürünlerinin bile lüks hale gelmesi, kiraların asgari ücretin üzerine çıkması gibi gelişmeler, memurun cebine giren paranın her geçen gün daha da eridiğini gösteriyor.

Diğer yandan, toplu sözleşme görüşmelerinde sendika taleplerine “can kulağıyla” kulak verileceği söyleniyor. Ancak geçmiş deneyimler, bu görüşmelerin büyük oranda şeklen yürütüldüğünü, hükümetin belirlediği sınırlar dışına taşan taleplerin karşılık bulmadığını ortaya koyuyor. Gerçek anlamda özgür ve güçlü bir sendikal yapı olmadıkça, kamu çalışanlarının bu tür görüşmelerde masada değil menüde kalmaya devam edeceği bir gerçek.

Cumhurbaşkanı’nın, “kamu çalışanlarını enflasyona ezdirmeyeceğiz” sözü kulağa hoş geliyor ama sahada karşılık bulmuyor. Çünkü ezilme, yalnızca mutlak rakamlarla değil, göreli yaşam standardıyla ölçülür. Bir memurun maaşı geçmişe göre daha yüksek olabilir ama bu maaşla ailesini geçindirme, çocuk okutma, ev kirası ödeme, tatil yapma veya birikim yapma imkânı ortadan kalkmışsa, orada refahtan değil, erozyondan söz edilebilir.

Kamu çalışanlarının yaşadığı sorun sadece ücretle sınırlı değil. Artan iş yükü, liyakatsiz atamalar, mobbing, güvencesiz istihdam biçimleri gibi yapısal sıkıntılar da kamu hizmetlerinin niteliğini zayıflatmakta. Memur, yalnızca aldığı maaşla değil, mesleki itibarıyla da değer görmek ister. Bugün kamu görevlilerinin birçoğu, hem ekonomik olarak zorlanmakta hem de mesleki saygınlığının aşındığına inanmaktadır.

Özetle, kamu çalışanları enflasyona ezdirilmeyecek deniyor ama fiilen eziliyor. Maaşlardaki artışlar, hayat pahalılığının gerisinde kalıyor. Açıklanan rakamlarla yaşanan gerçekler arasındaki fark her geçen gün daha fazla açılıyor. Kamu çalışanları rakamların gösterdiğinden çok daha fazlasını hak ediyor; adaletli, şeffaf ve gerçekçi bir ücret politikası, ancak ekonomik büyümenin yükünü sırtlanan bu kesimlerin refahını gözetirse anlamlı olur. Aksi halde kuru söylemler, soğuk gerçeklerin üzerine ince bir tül örtmekten başka bir işe yaramaz.