Devletin Ekonomideki Rolü Üzerine Yeniden Düşünmek

Ekonomi dediğimiz alan, sadece rakamlardan ve göstergelerden ibaret değildir. Ekonomi, aynı zamanda bir iktidar alanıdır. Bu nedenle devletin bu alandaki konumu, yalnızca teknik bir tartışma değil, doğrudan ideolojik ve siyasal bir tercihtir. Bugün, özellikle küresel ölçekte yaşanan krizler, pandemi sonrası toparlanma sancıları ve jeopolitik gerilimler, devletin ekonomideki rolünü yeniden tartışmaya açmıştır. Bu tartışmalarda öne çıkan iki farklı örnek İngiltere ve ABD olsa da, mesele yalnızca bu ülkelerle sınırlı değildir. Türkiye dahil olmak üzere pek çok ülke, benzer sorgulamalardan geçmektedir.

İngiltere’de son yıllarda artan kamu harcamaları ve devlet destekli sosyal politikalar, “küçük devlet” idealinin giderek gerilediğini gösteriyor. Buna karşın, ABD’de Donald Trump yönetimiyle birlikte yeniden devletin yönlendirici rolü öne çıkmaya başladı. Altyapı harcamaları, yeşil enerji teşvikleri, yerli üretimin korunması gibi başlıklarla kamu kaynaklarının stratejik biçimde yönlendirilmesi, “piyasa her şeyi çözer” doktrinine mesafe alınmaya başlandığını ortaya koyuyor. Ancak bu gelişmeler doğrudan, topyekûn bir paradigma değişimi anlamına gelmiyor. Eski rejimin aktörleri, yani büyük sermaye çevreleri ve serbest piyasa ideolojisinin savunucuları, bu dönüşümlere direnç gösteriyor. Bu nedenle değişim bir anda, keskin ve doğrusal biçimde değil; inişli çıkışlı, çelişkili ve bölük pörçük yaşanıyor.

Tam da bu yüzden, devletin ekonomideki yerini tartışırken kısa vadeli göstergelerden çok, yapısal eğilimlere ve tarihsel bağlama odaklanmak gerekiyor. Devletin ekonomiyle kurduğu ilişkinin biçimi, yalnızca bütçeden ne kadar harcadığıyla sınırlı değildir. Daha derinlerde, bir ekonomik rejimin nasıl kurulduğu, hangi kesimlerin çıkarlarını öncelediği ve üretim ilişkilerinin nasıl düzenlendiği gibi sorular yatıyor. Devlet, yalnızca bir “hakem” değil; aynı zamanda bir “oyuncudur”. Hangi sektöre destek verileceği, hangi yatırımların teşvik edileceği, vergilendirme sisteminin kime nasıl uygulanacağı gibi kararlar, ekonomi üzerinde belirleyici etkilere sahiptir.

Türkiye’de ise bu tartışmalar hâlâ arka planda kalıyor. Günlük ekonomi gündemimiz, döviz kuru, faiz oranı ve enflasyon eksenine sıkışmış durumda. Oysa bu göstergelerin tümü, daha büyük bir yapının semptomlarıdır. Bu yapının adı ekonomi politikasıdır. Devletin neye müdahale ettiği kadar, neye neden müdahale etmediği de önemlidir. Türkiye, son yıllarda kamu kaynaklarını belirli sektörlerde yoğunlaştırırken diğer alanlarda büyük boşluklar bırakmıştır. Eğitim, tarım, sanayi gibi stratejik alanlar zaman zaman ihmal edilirken; inşaat, enerji ve altyapı gibi alanlar devlet destekli büyümenin merkezine yerleşmiştir. Bu tercihler, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal sonuçlar doğurmaktadır.

Kamulaştırma, özelleştirme, kamu-özel işbirliği modelleri gibi başlıklar, önümüzdeki yıllarda daha çok gündeme gelecek. Çünkü sadece enflasyonu kontrol altına almak ya da dövizi istikrara kavuşturmak, ekonomik refahı tek başına sağlayamaz. Sürdürülebilir büyüme, adil gelir dağılımı ve toplumsal istikrar için devletin yeniden “oyun kurucu” bir rol üstlenmesi gerekiyor. Bu, mutlak bir merkeziyetçilik ya da bürokratik kontrol anlamına gelmek zorunda değil. Ancak kamusal çıkarın piyasada kendiliğinden oluşmadığını, oluşturulması gerektiğini hatırlamak şart.

Devletin ekonomideki yeri, geçmişte olduğu gibi bugün de ideolojik mücadelelerin merkezindedir. Bu mücadele yalnızca uzmanların değil, toplumun tüm kesimlerinin düşünmesi gereken bir meseledir. Çünkü ekonomik düzen, hepimizin hayatını doğrudan şekillendirir. Eğer eşitlikçi, adil ve sürdürülebilir bir ekonomik gelecek arzuluyorsak; devleti yalnızca bir müdahale aracı olarak değil, bir yön belirleyici olarak yeniden konumlandırmak zorundayız. Türkiye için de artık sadece “kuru, faizi, enflasyonu” değil; ekonomik modelin bütününü sorgulama zamanı gelmiştir.