Büyüme Politikaları: Türkiye Ekonomisi Açısından Bir Değerlendirme

Türkiye ekonomisinde büyüme politikaları uzun yıllardır temel ekonomik tartışmaların ve stratejik planlamaların merkezinde yer almaktadır. Ancak bu büyümenin niteliği, sürdürülebilirliği, dağılımı ve dayandığı dinamikler zaman içinde ciddi şekilde sorgulanır hale gelmiştir. Büyüme, çoğu zaman siyasi başarı olarak sunulsa da, salt rakamsal artışların toplumun genel refahına yansıyıp yansımadığı daha derin analizler gerektirir. Türkiye örneğinde büyüme, dönemsel olarak güçlü ivmeler kazansa da çoğu zaman dengesiz, dışa bağımlı, verimlilikten uzak ve adaletsiz bir dağılıma sahiptir.

Türkiye’de uygulanan büyüme politikaları genel olarak iki ana eksende şekillenmiştir: iç tüketim odaklı genişlemeci politikalar ve dış finansmanla desteklenen yatırım teşvikleri. 2000’li yılların başında yapısal reformlarla başlayan istikrarlı büyüme süreci, küresel likidite bolluğunun da etkisiyle hız kazanmış, yüksek büyüme oranları ile desteklenmiştir. Ancak bu süreçte üretim kapasitesinin artırılması, katma değerli sanayi üretimi, teknoloji geliştirme gibi uzun vadeli hedefler geri planda kalmıştır. Sonuç olarak Türkiye ekonomisi büyümüş ama bu büyüme çoğu zaman ithalata dayalı olmuş, cari açık kronik hale gelmiştir.

Büyüme politikalarının en tartışmalı yönlerinden biri de kaynakların kullanım şeklidir. Türkiye, çoğu dönemde inşaat ve hizmet sektörü üzerinden büyüme elde etmeye çalışmış, sanayi ve tarım gibi üretken sektörler ihmal edilmiştir. Bu durum istihdamda kısa vadeli artışlar sağlasa da, dış ticaret dengesine, döviz gelirlerine ve teknolojiye katkısı sınırlı kalmıştır. Büyümenin sektörel kompozisyonu, ekonominin dış şoklara karşı kırılganlığını artırmış, kur dalgalanmaları ve dış borç yükü büyümeyi sürdürülemez hale getirmiştir. Özellikle üretim sürecinin ithal girdi bağımlılığı, büyüme dönemlerinde dahi cari açığın kapanmasını engellemiştir.

Bir diğer önemli mesele, büyümenin topluma nasıl yansıdığıdır. Türkiye’de büyüme oranları zaman zaman yüksek gelse de, bu büyüme çoğu zaman gelir eşitsizliğini azaltmak bir yana, daha da derinleştirmiştir. Sermaye sahipleri ve büyük şirketler, büyüme sürecinde daha fazla kazanç sağlarken, işçi ve sabit gelirli kesimler çoğunlukla enflasyon karşısında eriyen gelirlerle yetinmek zorunda kalmıştır. Bu da büyümenin kapsayıcılığını zayıflatmış ve toplumun geniş kesimlerinde refah algısını azaltmıştır. Türkiye’de büyüme rakamlarının makro düzeyde güçlü görünmesi, mikro düzeydeki gelir dağılımı bozukluklarıyla çelişmektedir.

Büyüme politikalarının sürdürülebilirliği açısından da önemli sorunlar vardır. Türkiye uzun süre düşük faiz-yüksek kredi politikaları ile büyümeyi canlandırmaya çalışmış, bu da finansal istikrarsızlığa ve yüksek enflasyona neden olmuştur. Merkez Bankası’nın bağımsızlığına yönelik tartışmalar, para politikasının büyüme odaklı değil, siyasi takvimlere göre şekillenmesiyle sonuçlanmış, bu da yatırımcı güvenini sarsmıştır. Enflasyonun kalıcı hale gelmesi, tasarruf oranlarını düşürmüş ve iç kaynaklarla büyüme kapasitesini sınırlamıştır. Ayrıca sık sık değişen ekonomik politikalar, uzun vadeli planlamayı imkânsız hale getirmiştir.

Öte yandan, büyüme politikalarının teknoloji ve eğitimle desteklenmemesi, verimliliği artıracak yapısal reformların ötelenmesi de büyümenin niteliğini zayıflatmıştır. Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu bir avantaj olarak görünse de, bu potansiyelin üretime etkin şekilde yansıtılamaması, nitelikli istihdam eksikliği ve eğitim sistemindeki sorunlar nedeniyle geri dönüş yaratamamaktadır. Büyüme ile verimlilik arasındaki bağın zayıf olması, ekonomide yapay bir büyüme görünümü oluşturmakta, bu da uzun vadeli kalkınma hedeflerine zarar vermektedir.

Türkiye ekonomisi açısından bakıldığında, büyümenin sadece bir oran değil, aynı zamanda bir nitelik meselesi olduğu açıktır. Üretim yapısının yüksek katma değerli hale getirilmesi, yerli sanayinin desteklenmesi, dijitalleşme ve yeşil dönüşüm gibi küresel eğilimlere entegre olunması gerekmektedir. Sürdürülebilir büyüme için kamu maliyesinin disiplinli olması, para politikasının bağımsız ve öngörülebilir bir çerçevede yürütülmesi, hukuk güvenliğinin sağlanması ve eğitim reformları ile insan sermayesinin güçlendirilmesi şarttır. Kısa vadeli büyüme hedefleri yerine, uzun vadeli kalkınma vizyonuna dayalı bir büyüme stratejisi benimsenmediği sürece, Türkiye’nin ekonomik büyümesi ne toplumun refahını artırabilir ne de küresel rekabet gücünü kalıcı olarak yükseltebilir.