Modern hayat, her geçen gün daha hızlı akıyor. Teknoloji, bilgi ve beklentiler insanın üzerine dalga dalga gelirken, özellikle genç kuşaklar için zaman, adeta kaçırılan bir tren gibi hissediliyor. Sosyal medya bildirimlerinden üniversite sınavlarına, iş arayışından kira derdine kadar yaşamın her anı bir sonraki adım için hazırlanmakla geçiyor. Bir nesil, var olmakla başarmak arasında sıkışıp kalmış durumda. Bu sıkışmışlık hali, yalnızca bireysel bir sorun değil; toplumsal, kültürel ve psikolojik bir çığlığa dönüşmüş durumda: Bugünü yaşayamadan geleceğe hazırlanmak.
Gelecek kaygısı, günümüz gençliğinin en belirgin duygularından biri haline geldi. Sadece kariyer endişesi ya da ekonomik belirsizliklerle sınırlı değil bu kaygı; aynı zamanda aidiyet bulamama, anlam eksikliği, sürekli karşılaştırılma hali ve başarısızlık korkusunun birleşimiyle ortaya çıkıyor. Bir yandan “kendin ol” söylemleriyle özgünlük dayatılırken, diğer yandan toplumun başarı kriterleri hâlâ statü, gelir ve performans üzerinden ölçülüyor. Genç bir birey, hem kendisi olmalı hem de herkes gibi başarılı olmalı. Bu ikilemin ortasında ise çoğu zaman yalnızlık, tükenmişlik ve tatminsizlik yer alıyor.
Bugünü yakalamak bu kadar zor olmamalıydı. Anın kıymetini bilmek, yaşadığın dakikanın değerini anlamak gibi basit görünen öğütler, günümüz dünyasında lükse dönüşmüş durumda. Çünkü bugünü yaşamak için önce geleceğin güvencesi gerekir. Oysa pek çok genç, yarın nerede olacağını bilmeden bugünü planlamaya çalışıyor. Bu durum, bir tür varoluşsal çıkmaz yaratıyor. Geleceği düşünmeden sorumluluk alamazsın, ama geleceği düşünmekten bugünün tadını çıkaramazsın. Hayat, sürekli bir sonraki adımın provası gibi yaşanıyor.
Toplum olarak da bu kaygıyı besliyoruz. Eğitim sistemimiz, çocuklara daha ilk yaşlarda “başarılı olmak zorundasın” fikrini empoze ediyor. Aileler, iyi niyetle çocuklarını korumaya çalışırken onları sürekli daha iyiye zorlayarak bilinçsizce yük yüklüyor. Medya ise sürekli başarı hikâyeleri, girişimcilik mucizeleri ve “henüz 20 yaşında milyon dolar kazandı” temalı içeriklerle bu baskıyı körüklüyor. Tüm bu iklim, bireyin içsel sesini bastırıyor. Kendini tanımaya, hata yapmaya ve deneyimlemeye zaman bırakmıyor. Çünkü zaman, sanki hep daha önemli bir şeye harcanmalıymış gibi gösteriliyor.
Bu döngüyü kırmak mümkün mü? Belki tüm sistemi dönüştürmek kolay değil ama birey düzeyinde farkındalık geliştirerek bazı adımlar atılabilir. Öncelikle “yeterince iyi” olmanın da kıymetli olduğunu kabul etmek gerekiyor. Mükemmellik değil, gerçeklik aranmalı. Hayatı bir proje gibi değil, bir deneyim alanı gibi görmek; başarıyı tek ölçüt olarak değil, gelişim sürecinin bir parçası olarak değerlendirmek bu anlamda önemli. Geleceğe hazırlanırken, bugünü unutmamak gerek. Çünkü hayat, yalnızca bir hedefe varınca değil, o hedefe yürürken yaşanır.
Gelecek kaygısından kurtulmak demek, tamamen plansız ve başıboş yaşamak demek değildir. Aksine, geleceği düşünmenin dozunu azaltmak ve onu bir korku nesnesi olmaktan çıkarıp bir merak alanına dönüştürmek demektir. Hayatın en güzel anları, planların dışında kalanlardır. Gülmek, paylaşmak, sevmek, hata yapmak… Bunlar ne bir CV’ye yazılır ne de ölçülebilir. Ama gerçek hayatın ta kendisidir. Genç bir insan, geleceğini kurmak için değil, hayatını yaşamak için vardır.
Bir nesil, bu kaygılarla kendini var etmeye çalışırken içsel bir çığlık atıyor: “Anımı yaşamak istiyorum!” Bu çığlık, toplumun, eğitimin, medyanın ve ailelerin dikkatle duyması gereken bir çağrıdır. Eğer bu çağrıya kulak verilmezse, kendi içinde kaybolan, sadece başarmaya odaklanmış ama mutlu olmayı unutmuş bireylerden oluşan bir toplumla karşı karşıya kalırız. Oysa bugünü yaşamak, yarının en sağlıklı teminatıdır. Gençliğin nefes almasına, hayal kurmasına ve düşmesine izin vermek, bir ülkenin geleceğine yapılacak en büyük yatırımdır. Ve belki de o zaman, gelecek kaygısı değil, umutla dolu bir yarın konuşulmaya başlanır.










