Avrupa Bir Yol Ayrımında mı? Stratejik Otonomi ve ABD Hegemonyası Tartışmaları

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Avrupa, hem bir barış projesi hem de küresel düzeyde normatif güç olma iddiasını daha açık biçimde dile getirmişti. Ancak 21. yüzyılın derinleşen krizleri, bu vizyonu yeniden gözden geçirme zorunluluğu doğuruyor. Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi, Çin’in küresel güç olarak yükselişi, enerji ve güvenlik bağımlılıkları ile ABD’nin dış politikasındaki dalgalanmalar; Avrupa’yı jeopolitik, ekonomik ve ideolojik açılardan bir yol ayrımına getirmiş durumda. Bu bağlamda “stratejik otonomi” kavramı, Avrupa’nın geleceği açısından tartışmaların merkezine yerleşirken, kıtanın ABD hegemonyasına olan geleneksel bağımlılığı da sorgulanmaya başlanmıştır.

Stratejik otonomi, Avrupa’nın güvenlikten enerjiye, teknolojiden tedarik zincirlerine kadar temel kararları daha bağımsız biçimde alabilmesini ifade eden bir kavramdır. Bu, sadece askeri savunma anlamında değil, ekonomik modelleme, ticaret anlaşmaları, dijital egemenlik ve küresel krizlere yanıt kapasitesi bakımından da daha güçlü ve bağımsız bir Avrupa tahayyülünü içermektedir. Ancak bu otonomi arayışı, teoride bir ilerleme vizyonu sunsa da pratikte pek çok sınırla karşı karşıyadır. NATO şemsiyesi altındaki güvenlik anlayışı, Avrupa savunmasının hâlâ büyük ölçüde ABD’ye dayanmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Ayrıca, enerji güvenliği konusunda da Avrupa, özellikle Rusya ile ilişkilerin sertleşmesi sonrasında ABD’nin LNG ihracatıyla daha da iç içe geçmiştir.

Avrupa Birliği içindeki fikir ayrılıkları da stratejik otonomiye giden yolu daha karmaşık hâle getirmektedir. Fransa, bu kavramı destekleyip Avrupa’nın kendi savunma kapasitesini geliştirmesi gerektiğini savunurken, Polonya, Baltık ülkeleri gibi doğu cephesindeki devletler, Rus tehdidine karşı ABD’nin liderliğini hayati görmekte ve Washington’la daha sıkı ilişkileri tercih etmektedir. Almanya ise tarihsel temkinliliğiyle birlikte ekonomik çıkarlarını gözeterek ikircikli bir pozisyonda durmakta, ama Ukrayna savaşı sonrası yeni bir savunma paradigması inşa etmeye yönelmiştir. Bu durum, Avrupa’nın ortak bir stratejik vizyon inşa etmesinin ne kadar zor olduğunu ortaya koymaktadır.

Ekonomik anlamda da transatlantik ilişkiler yeni bir gerilim ekseni barındırmaktadır. ABD’nin 2022’de yürürlüğe koyduğu Enflasyon Düşürme Yasası (IRA), Avrupa’dan Amerika’ya yönelik yatırım kaymasını hızlandırmış ve Avrupa endüstriyel rekabetçiliği açısından endişe yaratmıştır. Bu yasa kapsamında ABD’nin yenilenebilir enerji, batarya ve çip üretimi gibi stratejik alanlara verdiği sübvansiyonlar, Avrupa’nın “yeşil geçiş” sürecine darbe vurmakta, aynı zamanda sermaye kaçışını teşvik etmektedir. Bu durum Avrupa’yı ya kendi endüstriyel stratejisini hızla dönüştürmeye ya da Washington’un kurallarına göre oynamaya zorlamaktadır.

Çin’in ekonomik ağırlığının artışı ve teknoloji alanındaki rekabet de Avrupa’yı karmaşık tercihlere sürüklemektedir. Bir yandan Çin, Avrupa için önemli bir ihracat ve yatırım ortağı olmaya devam ederken, diğer yandan dijital altyapıdan yapay zekâya kadar pek çok alanda Batı’nın stratejik rakibi olarak görülmektedir. Avrupa, bu dengeyi gözeterek ne Çin’i tamamen dışlamakta ne de tam anlamıyla bağımlı hâle gelmek istemektedir. Ancak bu hassas denge, ABD ile olan güvenlik ilişkisiyle çelişen noktalara da sıkça evrilmektedir. Washington’un Çin karşıtı teknoloji politikalarına tam uyum göstermek, Avrupa’nın kendi ticari çıkarlarıyla örtüşmeyebilir.

Enerji politikaları açısından da Avrupa, uzun süreli bir yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Rusya’dan enerji ithalatını kesmeye çalışırken, enerji kaynaklarını çeşitlendirme ihtiyacı, yalnızca ekonomik değil jeopolitik bir gereklilik olarak da ortaya çıkmıştır. ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ithalatı, Norveç’ten artan enerji akışı, Orta Doğu ve Afrika ile geliştirilen yeni enerji ortaklıkları bu yönelimin sonuçlarıdır. Ancak bu yeniden yapılanma, Avrupa’yı yeni türden bağımlılıklara da açık hâle getirmektedir. Örneğin ABD’den ithal edilen LNG, Rus gazına göre daha pahalı olduğu için Avrupa sanayisinin rekabet gücünü zayıflatabilir. Ayrıca enerji dönüşümünün finansal maliyeti, Avrupa’nın sosyal devlet yapısını da zorlamaktadır.

Bütün bu gelişmeler, Avrupa’nın bir “jeoekonomik dönüşüm” sürecinde olduğunu göstermektedir. Ancak bu dönüşüm, ABD hegemonyası ile tam bir kopuşu değil, daha çok güç dengesi üzerinden şekillenen yeni bir ilişki biçimini işaret etmektedir. Avrupa, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında kalırken, bir yandan da teknolojik bağımsızlık, dijital egemenlik ve endüstriyel kapasite inşasına odaklanmak zorundadır. Bu ikili denge, kolay bir strateji değildir ama Avrupa’nın küresel sistemde kendine özgü bir yer edinmesinin de ön şartıdır.

Sonuç olarak, Avrupa bir yol ayrımında bulunmakta; ancak bu yol yalnızca ABD’ye bağımlılık ya da tam bağımsızlık ikilemiyle tanımlanamaz. Asıl mesele, Avrupa’nın kendi stratejik vizyonunu ne kadar güçlü, tutarlı ve kolektif biçimde inşa edebileceğidir. Stratejik otonomi, sadece bir jeopolitik slogan değil; aynı zamanda enerji, savunma, dijital altyapı ve sanayi politikalarında uzun vadeli bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılmaktadır. Avrupa bu dönüşümü gerçekleştirebilirse, ABD hegemonyasıyla daha dengeli, daha simetrik bir ilişki kurabilir. Aksi takdirde, küresel güç denkleminde edilgen bir aktör olarak kalma riski büyür.