Bugün, cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümünde, onu anmak ve anlamak için sadece tarihsel olayları hatırlamak yetmez. Atatürk’e duyulan sevgi, salt başarılarının ve devrimlerinin bir takdiri değildir; aynı zamanda bir toplumun travmalarını aşma, kimliğini yeniden inşa etme ve geleceğe güvenle bakma ihtiyacının yansımasıdır. Sevgi, bir matematik gibidir; maddi ve somut ölçülerle değil, duygusal ve psikolojik gereksinimlerle şekillenir. Atatürk’ün liderliği, halkın kolektif beklentileriyle ve çaresizlikten doğan umut arayışıyla birlikte şekillenmiş bir simgedir.
19’ncu yüzyıl sonları ve 20’nci yüzyıl başları, Osmanlı coğrafyasında kayıpların, göçlerin ve travmaların yoğun yaşandığı bir dönemdir. Balkanlar, Kırım ve Kafkaslar’dan Anadolu’ya göç eden halk, sadece yurdundan değil, kimliğinden ve güven duygusundan da yoksun kalmıştır. Bu dönemde halkın ihtiyaç duyduğu şey, büyük felaketler karşısında umut dağıtan bir liderdi. Napolyon’un ifadesiyle “lider bir umut dağıtıcısıdır” ve bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk, milletin içinden çıkan bir ateş, çaresizliğe karşı yükselen bir kahraman olarak belirdi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hatırlattığı gibi, “Biz gözlerimizi dünyaya bir bozgun havası içinde açtıydık.” Halk, bu bozgun havasından çıkıp geleceğe güvenle bakmak için bir lider arıyordu ve Atatürk, bu boşluğu doldurdu.
Atatürk’ün liderliği yalnızca psikolojik bir işlevle sınırlı kalmadı; ekonomik ve diplomatik adımlarıyla da Türkiye’nin modernleşmesine öncülük etti. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın ardından başlatılan Beş Yıllık Sanayi Planı, ülkenin kalkınmasını hızlandırmayı amaçladı. Dış politikada Milletler Cemiyeti’ne giriş, Balkan Antantı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Sadabat Paktı gibi adımlar, Türkiye’yi bölgesel ve uluslararası alanda etkili bir aktör hâline getirdi. Tarım ve çiftçiye verilen önem, planlı çiftlik çalışmaları ve uygun olmayan toprakların verimli hâle getirilmesi, halkın günlük yaşamına dokunan somut adımlar oldu. Atatürk, halkının hem ekonomik hem de moral anlamda güçlenmesini hedefleyen bir liderdi.
Atatürk’ü özel kılan bir diğer unsur, onun sadece bir kişi olarak değil, kolektif bir kimlik olarak halk tarafından inşa edilmiş olmasıdır. Lider, halkın umutlarını, değerlerini ve özsaygısını yansıtan bir projeksiyon alanıdır. Halk, Atatürk’ü yıkılmaz, yenilmez ve yanılmaz gördükçe kendisini de güçlü hissetmiştir. Bu nedenle Mustafa Kemal, birey olarak var olmuş, Atatürk ise bir kimlik, bir sembol hâline gelmiştir. O, halkın atası, devletin kurtarıcısı, ulusun mimarı, düşmanların korkulu rüyası ve geleceğe güvenle bakan bir milletin sembolüdür. Glyptis’in de ifade ettiği gibi, “Atatürk kültü Türkiye’nin milli gurur ve büyüklüğünün sembolü ve bir zaferin öyküsüdür.”
Atatürk’ü sevmek, sadece geçmişteki başarılarını anmak değil, onun temsil ettiği değerleri yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmaktır. “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözleri, onun halkla kurduğu simbiyotik bağın ve kurucu lider imgesinin ebediliğini simgeler. Atatürk, Anıtkabir’deki ebedi istirahatgahında değil, her Türk vatandaşının içinde, ülkenin dört bir köşesinde ve milli kimliğin bilincinde yaşamaya devam ediyor. Halk onu yarattı; Atatürk ise halkını geleceğe taşıyan bir sembol hâline geldi. İşte bu nedenle, Atatürk’ü seviyoruz: Çünkü o sadece bir lider değil, milletin kendini yeniden bulduğu, umutlarını yeniden yeşerttiği bir imgedir.





