Menfaatler mi, Yoksa Başka Bir Şey mi? Köleler Efendilerini Neden Savunur?

Türkiye’de son dönemde asgari ücret tartışmaları, siyasi gerilimler, yargı kararları ve sosyal medyada patlak veren işçi-işveren çatışmaları, toplumsal eşitsizliğin derinleşen çizgisini bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak bu tablonun en çarpıcı yanı, çalışanların kimi zaman kendi çıkarlarıyla çelişen bir tutumla patronlarını savunması, hatta onların iktidarla olan ilişkilerine kenetlenmesi. Peki, “köleler” neden “efendilerini” savunur? Bu paradoksun arkasında yatan dinamikler neler?

1. Ekonomik Kırılganlık ve Varoluşsal Korku

Türkiye’de işsizlik oranları ve enflasyonun yarattığı belirsizlik, çalışanları derin bir güvensizliğe itiyor. Asgari ücretin dahi geçim maliyetlerini karşılamakta yetersiz kaldığı bir ortamda, birçok çalışan için “işini kaybetme korkusu”, hak arama mücadelesinin önüne geçiyor. Patron, bu korku ikliminde “tek kurtarıcı” olarak kodlanıyor. Özellikle KOBİ’lerde çalışanlar, işverenle kurdukları kişisel ilişkiyi (bazen bir lütuf olarak görecek kadar) önemsiyor. Bu durum, “sadakat” maskesi altında aslında varoluşsal bir çaresizliği yansıtıyor.

2. Siyasetin Gölgesinde “Biz ve Ötekiler” Ayrımı

Siyasi polarizasyon, toplumsal ilişkileri de derinden etkiliyor. İktidar-muhalefet gerilimi, işyerlerine de taşınıyor. Özellikle iktidara yakın işverenler, çalışanlarını “ortak düşman” (küresel güçler, faiz lobisi, vs.) söylemiyle mobilize edebiliyor. Burada savunulan artık salt bir patron değil, “milli ve yerli” bir değerler kümesi oluyor. Böylece ekonomik eşitsizlik, ideolojik bir kalkanın ardına gizleniyor.

3. Sosyal Medya: Yeni Nesil Sadakat Törenleri

Sosyal medya, çalışanların patronlarına desteğinin gösterişli bir sahnesine dönüştü. İşverenlerin açılış törenlerinde çekilen toplu fotoğraflar, “en iyi patron” paylaşımları, hatta yargılanan patronlara dair savunma mesajları… Bu dijital performans, gerçekte bir güç dengesizliğini perdeliyor. Çalışanlar, sosyal medyada patronlarını övmekle hem iş yerindeki konumlarını güvenceye almayı hem de “takımın bir parçası” olduklarını kanıtlamayı hedefliyor. Üstelik bu durum, patronlar tarafından ödüllendiriliyor: Primler, terfiler veya basit bir “güvenilir” damgası…

4. Zenginlerin Kenetlenmesi ve “Sınıf Bilinci”

Türkiye’de sermaye sınıfı, kriz dönemlerinde hızla kenetlenirken, emekçilerin kolektif bilinci dağınık kalıyor. İşveren derneklerinin aksine, sendikaların zayıflığı ve grevlerin siyasileştirilmesi, çalışanları bireysel çözümlere itiyor. Patronların hukuki ve medyatik gücü karşısında, işçiler “tek başına direnmenin anlamsızlığı” hissine kapılıyor. Bu da onları, güçlü olanın yanında saf tutmaya zorluyor.

5. Mahkemeler ve Adalet Algısı: “Kazanmışken Kaybetmek”

Yargı kararlarında işçi lehine çıkan kararların sınırlılığı, çalışanlarda bir “boşuna uğraşma” hissi yaratıyor. İş mahkemelerinde yıllar süren davalar, nihayetinde sembolik tazminatlarla sonuçlanabiliyor. Bu süreçte patronlar, hukuki teamülleri ve finansal kaynaklarıyla avantajlıyken, çalışan “yıpranmış” olarak çıkıyor. Adalete duyulan güvensizlik, sessiz kabullenmeyi besliyor.

Sonuç: Zincirler Görünmez Olduğunda…

Çalışanların patronlarını savunması, basit bir “menfaat” hesabıyla açıklanamayacak kadar karmaşık. Burada ekonomik korku, siyasi manipülasyon, kolektif bilinç eksikliği ve dijital çağın yeni ikna teknikleri iç içe geçiyor. Ancak unutmamak gerekir: Tarih, eşitsizliğin meşrulaştırıldığı her dönemde, nihayetinde emeğin sesinin yükseldiğine tanıklık etmiştir. Bugün sosyal medyada parlayan “en iyi patron” balonları, yarın hak arayışının küresel dalgasına yenik düşebilir. Yeter ki, köleler zincirlerini görmeye cesaret etsin…


Bu köşe yazısı, Türkiye’nin güncel sosyoekonomik dinamiklerini ele alırken, bireysel tercihlerin arkasındaki sistemsel çelişkilere odaklanmayı hedefliyor. Çözüm, kolektif bilincin inşası ve adaletin tesis edildiği bir toplumsal sözleşmede yatıyor.