Yirmi Birinci Yüzyılın Sert Virajı: 2026’ya Doğru Küresel Risk ve Ekonomi

2026’ya girerken jeopolitik risk ekonominin merkezinde. Piyasalar alışıyor ama enerji ve yayılma riski kritik eşik olmaya devam ediyor.

​Dünya, 2026 yılına doğru geri sayarken, modern tarihin belki de en karmaşık ve alışılmadık jeopolitik yoğunluğuyla test ediliyor. Bugün küresel ölçekte devam eden silahlı çatışmaların sayısı, son yüz yılın en yüksek seviyesine ulaşarak yalnızca askeri bir krizi değil, aynı zamanda küresel sistemin kökten sarsılışını simgeliyor. Bu tabloyu geçmişteki büyük savaşlardan ayıran temel fark, gerilimin tek bir merkezden değil, çok cepheli, birbirine görünmez halatlarla bağlı ve büyük güçlerin vekalet savaşlarıyla desteklenen parçalı bir yapı sergilemesidir. Ne Birinci ne de İkinci Dünya Savaşı döneminde bu denli yaygın ama aynı zamanda yerel hücrelere bölünmüş bir gerilim haritasıyla karşı karşıya kalmıştık. Bu durum, ekonomi ile jeopolitiğin artık birbirinden ayrılamaz iki disiplin haline geldiğini, adeta tek bir bedenin iki farklı kolu gibi hareket ettiğini bizlere kanıtlıyor. Eskiden yatırımcılar için kutsal kâse niteliği taşıyan büyüme, enflasyon ve cari denge gibi makro göstergeler, bugün yerini BlackRock’ın jeopolitik risk barometresi ya da BBVA’nın siyasi risk göstergeleri gibi daha “sert” verilere bırakmış durumda. Artık sermaye, sadece ekonomik rasyonaliteyi değil, namluların yönünü ve diplomatik masalardaki restleşmeleri de fiyatlarına dahil ediyor.

​Küresel düzenin bu yeniden şekillenme sürecinde en dikkat çekici aktörlerden biri şüphesiz Donald Trump ve onun temsil ettiği doktrin oldu. Trump’ın diplomatik nezaketi bir kenara bırakıp sorunları kamuoyu önünde sert bir dille tartışmaya açması, özellikle ABD ve Avrupa arasındaki geleneksel ittifak duvarlarında derin çatlaklar oluşturdu. ABD’nin Avrupa’ya verdiği “Güvenlik yükünü artık tek başıma omuzlamayacağım” mesajı, başta Almanya olmak üzere kıta Avrupa’sında savunma harcamalarının ve altyapı yatırımlarının tarihte görülmemiş bir hızla artmasına yol açtı. Bugün 2,9 trilyon dolar seviyesine dayanan küresel savunma harcamalarının 1 trilyon dolarının tek başına ABD’ye ait olması, Çin ve Rusya’nın bu yarıştaki agresif tutumu, Avrupa’yı da bu maliyetli denkleme girmeye zorluyor. Bu durum, sadece bir askeri tahkimat değil; aynı zamanda bütçe açıklarının büyüyeceği, borçlanma dinamiklerinin değişeceği ve uzun vadeli büyüme stratejilerinin “üretimden savunmaya” doğru kayacağı yeni bir ekonomik paradigmanın habercisidir.

​Piyasaların bu yüksek tansiyona verdiği tepki ise aslında insan psikolojisinin bir yansıması olarak belirli bir döngüyü takip ediyor. İlk şok anında en kötü senaryoyu hızla fiyatlayan piyasalar, çatışma yayılmadığı sürece bu duruma şaşırtıcı bir hızla alışıyor ve bir süre sonra “duyarsızlaşma” evresine geçiyor. Rusya–Ukrayna savaşıyla doğalgazın 180 euroya çıkıp tekrar sakinleşmesi ya da İran–İsrail geriliminde petrolün Hürmüz Boğazı tehdidi olmadığı sürece eski seviyelerine dönmesi, piyasaların jeopolitik riski bir “yönetilebilir gürültü” olarak görme eğilimini kanıtlıyor. Ancak burada kritik bir parantez açmak gerekir: Enerji arzının fiziksel olarak kesilmesi ya da çatışmanın bölgesel bir yangına dönüşmesi, bu “gürültüyü” bir felakete dönüştürebilir. Bu bağlamda 2026’ya girerken Türkiye için en kritik başlık Suriye ve sınır güvenliği olmaya devam ediyor. SDG’nin geleceği ve merkezi hükümetle olan ilişkiler, sadece bir güvenlik meselesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin risk priminden (CDS) döviz kurlarına kadar geniş bir ekonomik yelpazeyi doğrudan etkileyecek potansiyele sahip.

​Yatırım araçları cephesinde 2025’te altın ve gümüşte izlediğimiz sert yükselişlerin altında yatan jeopolitik endişeler ve merkez bankalarının rezervlerini çeşitlendirme isteği, güvenli liman algısını güçlendirdi. Fakat unutulmamalıdır ki geçmişteki performans, gelecekteki getirinin mutlak garantisi değildir. Burada eklenmesi gereken hayati bir nokta da teknolojinin ve yapay zekanın bu jeopolitik yarışın yeni “enerjisi” haline gelmiş olmasıdır. 2026’da sadece petrol yolları değil, çip üretim hatları ve veri merkezlerinin güvenliği de ülkelerin ekonomik gücünü belirleyecek. Bu denli belirsiz bir ortamda, ticari sermayeyi tek bir varlığa hapsetmek ya da spekülatif araçlarla risk almak yerine, risk haritasını geniş tutan ve olasılık hesaplarını çok katmanlı yapan aktörler ayakta kalacaktır.

Sonuç itibarıyla, 2026’da başarı, sadece rakamları okumakla değil; dünyanın jeopolitik fay hatlarındaki sarsıntıları doğru anlamlandırmakla mümkün olacaktır.