Trafiğe çıkmanın bedeli artık yalnızca dikkatli sürmek, kurallara uymak değil; cüzdanın kalınlığıyla da ölçülüyor. Zorunlu trafik sigortasında güncellenen tarifeler, “sigorta” kavramını giderek bir güvence olmaktan çıkarıp açık bir mali cezaya dönüştürdü. Rakamlar ortada, yoruma gerek yok: 1 Ocak 2026’ya girerken bazı vatandaşlar 15 bin lirayla yola çıkacak, bazıları ise 290 bin liraya yaklaşan primlerle adeta cezalandırılacak.
Primlerin her ay kamuoyuyla paylaşıldığı ve sistemi yöneten Sigorta Bilgi Merkezi verileri, sorunun münferit olmadığını, sistematik bir yük bindirme süreciyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. İstanbul’da otomobilini 4’üncü basamaktan sigortalatmak isteyen bir sürücü için 15 bin liradan başlayan bedeller, “asgari” diye sunuluyor. Oysa bu rakam, milyonlarca kişi için artık ciddi bir finansal eşik. Sigortasız trafiğe çıkmanın cezası, araç bağlama tehdidiyle birleşince ortada gerçek bir tercih de kalmıyor: Öde ya da yürü.
Yetkililer artışın “ortalama yüzde 1” olduğunu söylüyor. Kâğıt üstünde doğru olabilir. Ama sıfırıncı basamaktaki bir sürücünün İstanbul’da 45 bin lirayı aşan, 8’inci basamaktaki bir sürücünün ise 7 bin lira seviyesinde kalan primi karşısında bu “ortalama” söylemi, istatistik hilesinden başka bir şey değil. Riskli sürücü ile risksiz sürücü arasındaki farkın yüzde 500’e dayanması, artık sigortacılık değil; sınıfsal ayrıştırmadır.
İşin ticari araç boyutu ise tabloyu daha da karartıyor. İstanbul’da bir taksi için 121 bin lirayı aşan primler, “bu işi yapma” demenin dolaylı ama son derece net bir yolu. Otobüslerde ise durum kelimenin tam anlamıyla absürt. 31 koltuk ve üzeri bir otobüs için belirlenen 290 bin liraya yakın zorunlu sigorta primi, taşımacılığı kamusal bir hizmet olmaktan çıkarıp yüksek riskli bir lükse dönüştürüyor. Bu maliyetin sonunda kime yükleneceğini sormaya bile gerek yok: Yolcuya.
Yeni basamak düzenlemesi kağıt üzerinde “adil” gibi sunuluyor. Hasarsız sürücünün hakkının korunacağı, riskli sürücünün avantajlı şekilde üst basamaktan başlatılmayacağı söyleniyor. Evet, bu doğru yönde bir adım. Ancak bu düzenleme, sistemin genel acımasızlığını örtmeye yetmiyor. Çünkü sorun yalnızca basamak değil; basamakların üzerine bindirilen astronomik tutarlar. Hasarsız sürücü korunuyor deniyor ama 8’inci basamakta bile İstanbul’da 7 bin liradan başlayan bir bedelin “koruma” olduğu iddiası fazlasıyla ironik.
Bir başka tartışmalı konu ise erken yenileme meselesi. Poliçesini önceden yenileyip bu süreçte kaza yapan sürücünün basamak düşürülmesi, tamamen cezalandırıcı bir refleksin ürünü. Vatandaş tedbirli davranıyor, erken yeniliyor; sistem ise “yanlış zamanda kaza yaptın” diyerek faturayı kesiyor. Risk yönetimiyle ilgisi zayıf, tahsilat refleksiyle ilgisi son derece güçlü bir yaklaşım.
Asıl sorulması gereken soru şu: Trafik sigortası gerçekten risk paylaşımı için mi var, yoksa bütçe açığını dolaylı vergilerle kapatmanın bir başka yolu mu? Bugün gelinen noktada, sigortanın “zorunlu” olması, devlet gücüyle desteklenen pahalı bir abonelik hissi yaratıyor. Vatandaş daha yola çıkmadan suçlu muamelesi görüyor, potansiyel kaza üzerinden peşin cezaya tabi tutuluyor.
Bu sistem böyle devam ederse, şaşırmayalım: Sigortasız araç sayısı artar, sahte poliçeler çoğalır, denetim ile vatandaş arasındaki gerilim tırmanır. Çünkü aşırı baskı, her zaman kaçak yolları doğurur. Gerçek çözüm, primleri makul seviyelere çekmek, denetimi artırmak ve güvenli sürüşü ödüllendiren gerçek teşvikler yaratmaktır. Aksi halde bu düzenleme, kazaları değil; tepkileri artırır.
1 Ocak 2026’da yürürlüğe girecek yeni sistem, eğer bu zihniyetle uygulanırsa, “hasarsız sürücüyü koruyan” değil, “herkesi yoran” bir yapıya dönüşecektir. Trafik güvenliği parayla sağlanmaz; adaletle sağlanır.










