Ekonomik krizler genellikle gürültülü patlamalarla, borsalarda sert çöküşlerle, banka iflaslarıyla veya hiperenflasyonla kendini gösterir. Medya manşetlerine taşınır, sokaklarda hissedilir, politikacıların gündemini işgal eder. Ancak, ekonomileri kemirip bitiren bir başka gerçek daha vardır: Sessiz Yıkım. Bu yıkım, gözle görülür bir patlama olmadan, adeta bir kanser hücresi gibi, sistemin temel unsurlarını – yatırımcıları, borsaları, şirketleri ve bilançoları – içten içe çürüten, uzun vadede belki de daha kalıcı hasarlar bırakan sinsi bir süreçtir.
Bu sessiz yıkımın ilk kurbanı genellikle yatırımcı güvenidir. Yüksek ve kronikleşmiş enflasyon, sürekli dalgalanan döviz kurları, belirsiz politikalar ve şeffaflıktan uzak uygulamalar, yatırımcının temel motivasyonu olan “geleceği öngörebilme” yeteneğini yok eder. Yerli yatırımcı, tasarruflarının erimesi karşısında çaresiz kalır. Birikimlerini dövize, altına, hatta dayanıklı tüketim mallarına yönlendirerek sermayesini korumaya çalışırken, üretken yatırımlardan uzaklaşır. Yabancı yatırımcı ise “ülke risk primi” artık kabul edilemez seviyelere çıktığında, kaynaklarını daha istikrarlı limanlara çeker. Bu çekilme sessizdir; büyük bir panik havası olmadan, adım adım gerçekleşir. Ancak sonuçları yıkıcıdır: Ekonomide uzun vadeli, istihdam yaratan, teknoloji getiren yatırımların kuruması. Bu güven erozyonu, sermayenin verimli alanlara akışını engelleyerek, ekonominin büyüme potansiyelini sessizce tüketir.
Borsalar, bu sessiz yıkımın hem sahnesi hem de mağduru konumundadır. Sağlıklı bir borsa, şirketlerin değerinin adil bir şekilde fiyatlandığı, likiditenin yüksek olduğu, uzun vadeli yatırım stratejilerinin yeşerebildiği bir ortamdır. Sessiz yıkım dönemlerinde ise borsalar genellikle bir “gösteri alanına” dönüşür. Manipülasyon iddiaları, likiditenin belirli hisselere hapsolması, şirket temellerinden kopuk şişkin fiyatlar veya derinliksizlik nedeniyle aşırı oynaklık, piyasanın sağlığını kemirir. Borsa endeksi nominal olarak yükselebilir, hatta rekorlar kırabilir. Ancak bu yükseliş, gerçek şirket karlılığına, büyümesine veya makroekonomik temellere değil, spekülatif sermayenin kısa vadeli oyunlarına, enflasyonun nominal artış etkisine veya belirli grupların hamlelerine dayanıyorsa, bu bir sağlık göstergesi değil, sessiz bir hastalığın belirtisidir. Piyasa, gerçek değeri fiyatlamak yerine, bir balonun şişirilmesine veya bir enkazın süslenmesine alet olur. Bu durum, uzun vadede borsanın fon toplama ve kaynak tahsis etme gibi temel işlevlerini baltalar.
Şirketler, sessiz yıkımın en ağır yükünü taşıyan aktörlerdir. Yüksek enflasyon ve döviz kuru oynaklığı, maliyet hesaplarını alt üst eder. Fiyat belirleme, stok yönetimi, yatırım planlama gibi temel işletmecilik fonksiyonları neredeyse imkansız hale gelir. Reel olarak karlılık düşerken, nominal karlar vergi yükünü artırabilir. Şirketler, asıl işlerinden ziyade finansal mühendislikle (döviz pozisyonu almak, borç öteleme, aktif satışı gibi) ayakta kalmaya çalışır. Üretken yatırımlar, Ar-Ge, insan kaynağı geliştirme gibi geleceği inşa edecek alanlar ertelenir veya tamamen rafa kaldırılır. İş modeli sağlam şirketler bile kısa vadeli hayatta kalma mücadelesi içinde uzun vadeli stratejilerini feda eder. Bu, görünürde bir iflas dalgası olmasa bile, şirketlerin rekabet gücünün ve yenilikçilik kapasitesinin sessizce aşınmasıdır. Ekonomik canlılığın motorları olan şirketler, kronik bir hastalıkla mücadele eder hale gelir.
Sessiz yıkımın en teknik ama belki de en çarpıcı tezahürü bilançolar üzerinde gerçekleşir. Bilanço, bir şirketin sağlığının röntgen filmidir. Ancak yüksek enflasyon ve istikrarsız para birimi, bu röntgeni bulanıklaştırır, hatta yanıltıcı hale getirebilir. Tarihi maliyetle kaydedilen varlıkların (arsa, bina, makine) piyasa değeri ile bilanço değeri arasında uçurumlar oluşur. Döviz cinsinden borçlar, kur şokuyla katlanarak büyüyebilir ve özkaynakları eritebilir. Enflasyonun nominal olarak şişirdiği satışlar ve karlar, reel olarak düşüşü maskeleyebilir. Bu durum, şirketlerin gerçek finansal durumunu anlamayı zorlaştırır. Yatırımcılar ve alacaklılar doğru risk değerlendirmesi yapamaz. “Enflasyon muhasebesi” gibi düzenlemeler bile, eğer enflasyon aşırı yüksek ve sürekli ise, bilançoların gerçeği tam yansıtmasını sağlamakta yetersiz kalabilir. Böylece, görünürde sağlam görünen bilançoların altında, sessizce biriken borç yükü, değer kaybı ve potansiyel batık krediler yatar. Bu “bilanço illüzyonu”, kırılganlığı artırır ve gerçek bir kriz patladığında, hasarın boyutunun çok daha büyük olmasına yol açar.
Sessiz Yıkım, gürültülü krizlerden daha tehlikelidir. Çünkü fark edilmesi zordur, acil müdahale gerektirmezmiş gibi görünür. Ekonomik aktörler, yüksek nominal büyüme, rekor borsa seviyeleri veya şişirilmiş bilanço karları gibi gösterge ışıklarıyla avutulabilir. Ancak bu süreçte, ekonominin temel dayanakları – tasarruf eğilimi, yatırım ortamı, şirket rekabet gücü, finansal raporlamanın güvenilirliği – kemirilir. Potansiyel büyüme düşer, kırılganlık artar. Sessiz Yıkım’ın en acı sonucu, bir neslin yatırım yapma, tasarruf etme, girişimde bulunma ve geleceğe güvenle bakma iradesinin aşınmasıdır. Bu yıkımı durdurmak, sadece teknik ekonomik önlemlerle değil, güveni yeniden inşa edecek istikrarlı, öngörülebilir ve şeffaf politikaların ısrarlı bir şekilde uygulanmasıyla mümkün olabilir. Yoksa, sessizce içten çürüyen yapının bir gün gürültüyle çökmesi, kaçınılmazdır.










