Borç, artık hayatımızın o kadar içine nüfuz etmiş durumda ki, onunla yaşamayı neredeyse bir varoluş biçimi olarak kabullenmiş durumdayız. Tıpkı soluduğumuz hava gibi, bazen görünmez, bazen boğucu, ama sürekli orada. Sabah uyanıp banka hesabımıza baktığımızda gördüğümüz eksi rakamlar, cüzdanımızda taşıdığımız kredi kartı ekstrelerinin ağırlığı, markette bir ürünün fiyatını görünce içimizden geçen “acaba taksitle mi alsam?” sorusu… Hepsi, borçla örülmüş bir yaşamın sıradan parçaları haline geldi. Bu durum, bir seçimden çok, modern zamanların dayattığı, çoğu zaman kaçınılmaz görünen bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.
Borçla yaşamak, sadece bir hesap açığını kapatma meselesi değildir elbette. O, derinlerde, ruhumuzda ve zihnimizde görünmez yaralar açar. Sürekli bir endişe hali, bir sonraki ödemeyi nasıl yapacağımızın kaygısı, uykularımızı kaçıran bir misafir gibi zihnimizin bir köşesinde oturur. Kapı çalındığında içimizde hafif bir ürperti, acaba bir icra mı geliyor diye? Telefonumuz çaldığında, ekranda tanımadık bir numara görünce içimizi saran o küçük korku… Bunlar, borcun sadece rakamlardan ibaret olmadığının, hayat kalitemizi derinden kemiren bir stres kaynağı olduğunun kanıtıdır. Özgürlük hissi yerini sürekli bir tetikte olma, bir sınırlılık duygusuna bırakır. Hayaller, planlar hep “borçlar bitince” diye başlayan cümlelerle ertelenir durur. Borç, geleceği rehin almaktır bir bakıma; henüz kazanmadığımız paraları bugün harcamak, gelecekteki zamanımızı ve enerjimizi ipotek altına sokmaktır.
Peki, bu borç sarmalına nasıl düştük? Sebepler çok katmanlı ve karmaşık. Temelinde, gelirlerin artan yaşam maliyetlerinin – kira, faturalar, gıda, ulaşım, sağlık – çok gerisinde kalması yatar. İnsanlar, temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile kredi kartlarına veya küçük kredilere başvurmak zorunda kalabiliyor. Bir diğer büyük etken, durmaksızın pompalanan tüketim kültürüdür. Reklamlar, sosyal medya, “sahip olma” baskısı bizi sürekli daha fazlasını istemeye, hatta ihtiyacımız olmayan şeyleri arzulamaya iter. Kolayca ulaşılabilir krediler, “taksit imkanları”, “anında para transferleri” bu arzuyu körüklerken, geri ödeme gününün ağırlığını görmezden gelmemizi sağlar. Anlık tatmin, gelecekteki mali yükün önüne geçer. Üstelik bu, sadece lüks tüketimle de sınırlı değildir. Üniversite eğitimi, bir ev satın almak, hatta beklenmedik bir sağlık sorunu gibi hayati ihtiyaçlar bile çoğu zaman büyük borçlanmalarla karşılanır hale geldi. Sistem, bizi borçlanmaya mecbur bırakırken, bir yandan da borçlanmayı normalleştirir, hatta teşvik eder.
Borçla yaşamanın toplumsal sonuçları da derin ve yıkıcıdır. Aşırı borç yükü altındaki bireyler, ekonomik hareketliliğini kaybeder. Yeni bir iş kurma, eğitime yatırım yapma, daha iyi bir hayat için risk alma cesareti kırılır. Borç, sosyal ilişkileri de zedeler. İçe kapanma, utanç duyma, arkadaş toplantılarına katılamama gibi durumlar yaygınlaşır. Aile içi gerginlikler, huzursuzluklar, hatta boşanmaların altında bile maddi sıkıntılar ve borç yükü yatar. Toplumda artan ekonomik eşitsizlikler, borç tuzağının daha çok belirli kesimleri nasıl avucunun içine aldığını gösterir. Borç, bir kez yakalandı mı, ondan kurtulmak giderek zorlaşır; faizler, gecikme ücretleri, masraflar eklenerek büyüyen bir çığa dönüşür.
Borçla yaşamak, çağımızın en yaygın ve sinsice ilerleyen sorunlarından biri. Rakamlardan ibaret bir mesele değil; ruh sağlığımızı, aile bağlarımızı, gelecek umutlarımızı ve toplumsal dokumuzu tehdit eden bir gerçeklik. Bunu “kişisel beceriksizlik” olarak görmek büyük bir haksızlık olur. Kökleri, ekonomik sistemin yapısında, gelir dağılımındaki adaletsizlikte ve her şeyi metalaştıran tüketim kültüründedir. Bu prangayı kırmak için bireysel olarak bilinçli tüketim, bütçe yönetimi, borç haritası çıkarma ve profesyonel yardım arama gibi adımlar elbette önemlidir. Ancak asıl mücadele, borçlanmanın neredeyse bir zorunluluk haline geldiği bu düzene karşı kolektif bir farkındalık ve değişim talebiyle verilmelidir. İnsan onuruna yakışır bir yaşam, sürekli geleceğini ipotek altına alarak bugünü geçirmekten ibaret olamaz. Borçsuz bir nefes alabilmenin, özgürce hayal kurabilmenin bir lüks değil, temel bir insan hakkı olduğunu hatırlamak ve bunun için sesimizi yükseltmek zorundayız. Çünkü borçla yaşamak, aslında tam olarak yaşamamaktır; sadece ayakta durma çabasıdır, bir kör dövüşüdür geleceğe karşı. Bu dövüşten hepimiz yara alıyoruz.










