21’nci yüzyılda küresel ilişkilerin doğası köklü bir dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşümün merkezinde artık yalnızca jeopolitik değil, aynı zamanda jeoekonomi yer alıyor. Uluslararası ilişkilerde ekonomik araçların stratejik amaçlarla kullanılması, devletlerin yalnızca askeri değil, finansal ve ticari güce göre konumlandığı yeni bir düzeni beraberinde getiriyor. Bugün artık bir ülkenin dış politikadaki etkisi, petrol rezervlerinden çok enerji tedarik zincirini ne kadar kontrol ettiğine; silah gücünden çok, teknolojik üretim kapasitesine göre değerlendiriliyor. Bu bağlamda, jeoekonomik dalgaların yön verdiği bu karmaşık tabloda bazı ülkeler yükselirken, bazıları gerilemeye mahkûm kalıyor.
Jeoekonomi, devletlerin ekonomik araçları -ticaret, yatırım, enerji, finans- dış politikada bir koz olarak kullanmasını ifade eder. Bu çerçevede, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nden, Rusya’nın doğalgaz kartına; ABD’nin dolar hegemonyasından, Avrupa Birliği’nin düzenleyici güç pozisyonuna kadar birçok örnek karşımıza çıkıyor. Her biri, ekonomik kapasiteyi yalnızca iç büyüme aracı olarak değil, aynı zamanda küresel nüfuz yaratmanın yolu olarak kullanıyor. Ancak bu güç dengesi, statik değil; sürekli değişiyor. Teknolojik dönüşüm, enerji krizleri, tedarik zinciri şokları ve jeopolitik gerilimler, hangi ülkelerin yükseleceğini veya geri düşeceğini belirliyor.
Yükselenler arasında en çok dikkat çeken ülke Çin. Sadece devasa üretim gücüyle değil, aynı zamanda finansal yatırımlar, stratejik altyapı projeleri ve ticaret koridorlarıyla küresel ekonominin merkezine yerleşmeye çalışıyor. Çin’in Afrika’da, Güneydoğu Asya’da ve Avrupa’nın çevre bölgelerinde kurduğu ekonomik ağlar, klasik Batı merkezli ticaret sistemine alternatif bir eksen yaratma hedefinin parçası. Bu jeoekonomik hamle, Çin’i sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik bir aktör haline getiriyor.
Hindistan da benzer bir yükseliş ivmesi içerisinde. Genç ve geniş nüfusu, büyüyen teknoloji sektörü ve dijitalleşme yatırımlarıyla küresel ekonomik dengede daha fazla söz sahibi olma yolunda ilerliyor. Üstelik Hindistan, Çin’in aksine Batı ile daha uyumlu bir çizgide ilerleyerek çok taraflı bir strateji izliyor. Bu da onu hem Batı’nın hem Doğu’nun dikkatini çeken istikrarlı bir partner haline getiriyor.
Enerji kaynaklarını etkin şekilde kullanabilen ülkeler de jeoekonomik anlamda güç kazanıyor. Katar, Norveç, Suudi Arabistan gibi ülkeler, fosil yakıtların halen geçerli bir güç aracı olduğu bu dönemde pozisyonlarını korumaya devam ediyor. Ancak bu ülkeler de yeşil dönüşüm ve yenilenebilir enerjiye yatırım yaparak geleceğin dünyasında yer alma çabasında.
Öte yandan gerileyen ülkeler, genellikle yapısal ekonomik sorunlar, düşük katma değerli üretim, siyasi istikrarsızlık ve teknolojik rekabetten geri kalmışlık gibi nedenlerle küresel tabloda geri plana düşüyor. Latin Amerika ülkeleri, yüksek borç yükü, kurumsal zayıflık ve dışa bağımlı ekonomi modeliyle potansiyellerini tam olarak kullanamıyor. Afrika ülkeleri, genç nüfuslarına rağmen altyapı eksikliği ve siyasi belirsizliklerle boğuşuyor. Türkiye gibi gelişmekte olan bazı ülkeler ise jeoekonomik fırsatlarla birlikte ciddi kırılganlıklar arasında sıkışıp kalmış durumda.
Teknolojik üstünlük de jeoekonomide kritik bir parametre haline geldi. Yüksek teknoloji ihracatı, yapay zekâ, yarı iletkenler, 5G altyapısı gibi alanlarda üstünlük sağlayan ülkeler, ekonomik olduğu kadar stratejik avantaj da elde ediyor. ABD ile Çin arasındaki teknoloji savaşı, bunun en belirgin örneği. Hangi ülke teknoloji üretiminde liderliği eline alırsa, sadece pazarı değil; veri akışını, altyapıyı ve dolayısıyla dijital egemenliği de kontrol edebilecek.
Dijital para birimleri ve merkez bankası dijital paraları (CBDC) da jeoekonomik rekabetin yeni cephesini oluşturuyor. Çin’in dijital yuan hamlesi, ABD dolarına alternatif yaratma çabasını barındırırken, bu alanda geri kalan ülkeler sadece ekonomik değil, siyasi egemenlik anlamında da zayıflayabilir. Finansal sistemdeki merkez kayması, sadece para politikası değil, küresel iktidar dağılımı üzerinde de etkili olacaktır.
Jeoekonomi, klasik askeri ya da ideolojik çatışmaların yerini giderek daha fazla alıyor. Artık ülkeler, liman satın alarak, veri altyapıları inşa ederek, borç diplomasisi uygulayarak ve tedarik zincirlerini manipüle ederek nüfuz alanlarını genişletiyor. Bu yeni düzende başarılı olmak, yalnızca güçlü bir ekonomiye sahip olmakla değil, aynı zamanda bu gücü stratejik şekilde kullanabilmekle mümkün.
Sonuç olarak, jeoekonomik rekabet çağında yükselenler, sadece zenginleşen değil, stratejik düşünebilen ülkeler olacaktır. Gerileyenler ise günü kurtaran ama geleceği inşa edemeyenler arasından çıkacaktır. Bu nedenle her ülkenin önünde temel bir soru duruyor: Ekonomik gücünü sadece iç tüketim aracı mı, yoksa küresel etkinlik aracı mı olarak kullanacak? Cevap, jeoekonomik geleceğini de belirleyecek.









