Küresel Büyümenin Yeni Yüzü: Jeoekonomik Dengelerin Dönüşümü

21’nci yüzyılın ilk çeyreği sona yaklaşırken dünya ekonomisinde köklü ve çok boyutlu bir dönüşüm yaşanıyor. Sadece teknolojik gelişmeler değil, aynı zamanda jeopolitik rekabet, çevresel krizler, pandemiler ve bölgesel çatışmalar, küresel büyümenin doğasını ve yönünü ciddi şekilde değiştiriyor. Bu dönüşüm, sadece üretim ve ticaretin coğrafi kaymalarını değil, aynı zamanda ekonomik gücün nasıl tanımlandığını, hangi araçlarla sürdürüldüğünü ve hangi aktörlerce yönlendirildiğini de yeniden şekillendiriyor. Küresel ekonomi artık çok kutuplu bir yapıya evriliyor ve bu yapıda klasik küreselleşme anlayışı yerini daha kırılgan, daha stratejik ve daha rekabetçi bir jeoekonomiye bırakıyor. Bu köşe yazısında, söz konusu jeoekonomik dönüşümün boyutlarını ve bunun küresel büyüme üzerindeki etkilerini değerlendirmeye çalışacağız.

    Uzun yıllar boyunca Batı merkezli ekonomik sistemin temelini oluşturan liberal küreselleşme modeli, Soğuk Savaş sonrası dönemde dünya ekonomisinin genişlemesini ve entegrasyonunu sağladı. Bu dönemde kapitalist ekonomi serbest piyasa ilkeleri doğrultusunda, sınırların giderek silikleştiği bir küresel ağ yarattı. Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılması, bu süreci hızlandıran dönüm noktalarından biri oldu. Ancak 2008 küresel finans krizinden itibaren bu sistemin sürdürülebilirliği tartışılmaya başlandı. Batı ekonomilerinde yaşanan durgunluk, gelir dağılımındaki bozulma ve finansal istikrarsızlık, küreselleşmenin eşitsiz bir yapıya evrildiğini gösterdi. Ardından gelen pandemi, tedarik zincirlerindeki kırılganlığı gözler önüne sererken, 2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi jeopolitik gelişmeler, enerji ve gıda güvenliği gibi temel alanlarda ekonomik kararların artık daha çok güvenlik ve strateji temelli alındığını gösterdi.

    Bu yeni dönemde “jeoekonomi” kavramı ön plana çıkıyor. Jeoekonomi, klasik jeopolitiğin askeri ve siyasi dinamiklerini ekonomik araçlarla birleştiren bir anlayışı temsil ediyor. Artık ülkeler ekonomik güçlerini sadece kalkınma hedefleri için değil, aynı zamanda stratejik üstünlük sağlamak, ittifaklar kurmak veya rakiplerini sınırlandırmak için de kullanıyorlar. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, ABD’nin yüksek teknoloji alanındaki yaptırım stratejileri, Avrupa Birliği’nin karbon düzenlemeleri, Hindistan’ın dijital korumacılık politikaları hep bu yeni jeoekonomik ortamın parçalarıdır. Küresel büyüme ise bu stratejik hamleler etrafında yeniden şekilleniyor.

    Özellikle Çin’in yükselişi, bu yeni jeoekonomik düzenin merkezinde yer alıyor. Sanayi üretimi, ihracat kapasitesi, dijitalleşme ve finansal güç alanlarında önemli bir oyuncu hâline gelen Çin, Batı’nın uzun süre tek başına yönettiği küresel ekonomik ağı yeniden dengeliyor. Bu denge arayışı, sadece ticaret savaşları ya da teknoloji kısıtlamaları ile sınırlı değil. Aynı zamanda altyapı yatırımları, rezerv para alternatifleri, finansal kurumlar ve dijital para politikaları yoluyla ekonomik etkinin sınırları genişletiliyor. Bu durum, küresel büyümenin artık sadece Batı merkezli finansal sistemle değil, çok aktörlü ve bölgesel ağırlıklı bir sistemle sürdürüleceğini gösteriyor.

    Bu dönüşümde enerji politikalarının değişimi de büyük bir rol oynuyor. Fosil yakıtların yerini yenilenebilir enerji kaynaklarının alması, sadece çevresel değil jeoekonomik bir yeniden yapılanmayı da beraberinde getiriyor. Orta Doğu’nun geleneksel enerji gücü yerini yeşil teknolojilerde liderlik yarışına bırakıyor. Avrupa Birliği’nin “Yeşil Mutabakat” stratejisi, sadece çevre koruması değil, aynı zamanda sanayinin dönüşümü ve enerji bağımlılığının azaltılması hedefini içeriyor. Bu politikalar, yeni nesil bir sanayi devriminin işaretlerini verirken, küresel büyümenin itici gücünü de karbon nötr üretim ve dijital ekonomi çerçevesine çekiyor.

    Bununla birlikte, dünya ekonomisinin coğrafi ağırlık merkezinin doğuya kaydığı da gözleniyor. Asya-Pasifik bölgesi, dünya üretiminin ve tüketiminin giderek artan bir kısmını oluşturuyor. ASEAN ülkeleri, Güney Kore, Hindistan ve Çin gibi ekonomiler, artık sadece ucuz iş gücü ve ihracat odaklı değil; aynı zamanda yüksek teknoloji üretimi, inovasyon kapasitesi ve iç tüketim gücü ile küresel büyümeye yön veriyor. Bu durum, Batı’nın küresel ekonomik üstünlüğünün göreceli olarak azaldığını ve büyümenin merkezinin çok daha dengeli bir şekilde dağılmaya başladığını gösteriyor.

    Jeoekonomik dönüşüm aynı zamanda yeni risk alanlarını da beraberinde getiriyor. Küresel tedarik zincirlerinin yeniden yapılandırılması, maliyet artışlarını ve verimlilik kayıplarını doğurabilir. Ekonomik korumacılığın artması, uluslararası iş birliğini zayıflatabilir. Dijitalleşme ve yapay zekâ temelli üretim sistemleri, iş gücü piyasalarında dönüşüm baskısı yaratabilir. Ayrıca iklim değişikliğiyle mücadele çerçevesinde uygulamaya konan karbon vergileri ve çevre düzenlemeleri, gelişmekte olan ülkeler üzerinde maliyet baskısı oluşturabilir. Bu nedenle yeni küresel büyüme modeli, daha kapsayıcı, dayanıklı ve stratejik bir yapıya ihtiyaç duyuyor.

    Türkiye açısından bakıldığında, bu jeoekonomik dönüşüm hem tehditler hem de fırsatlar barındırıyor. Türkiye, Avrasya’nın kavşak noktasında yer alarak enerji, lojistik, sanayi ve dijital altyapı alanlarında önemli avantajlara sahip. Ancak küresel güç rekabetinin ve ekonomik bloklaşmanın yoğunlaştığı bir dönemde, stratejik yönelimlerin dikkatli biçimde belirlenmesi gerekiyor. Türkiye’nin sürdürülebilir büyüme sağlayabilmesi için yalnızca dış ticaret değil, aynı zamanda üretim yapısının dönüşümü, dijitalleşme yatırımları ve çok taraflı ekonomik diplomasinin etkin kullanımı büyük önem taşıyor.

    Sonuç olarak, küresel büyümenin yeni yüzü artık geçmişin serbest ticaret ve sınırsız entegrasyon idealinden oldukça farklı bir yapıya sahip. Yeni dönemin temel dinamikleri; stratejik planlama, ekonomik özerklik, dijital kapasite, çevre duyarlılığı ve bölgesel iş birlikleri olarak şekilleniyor. Bu dönüşüm, sadece hükümetlerin değil, şirketlerin ve bireylerin de küresel rekabete hazırlıklı olmasını gerektiriyor. Ekonomik güç, artık sadece sermaye birikimiyle değil, esneklik, adaptasyon ve vizyonla şekilleniyor. Jeoekonomik dengelerin bu yeni haritasında doğru konum almak, 21. yüzyılın büyüme hikâyesinde söz sahibi olmanın temel anahtarıdır.