Türkiye ekonomisi bir süredir siyasetin dilinde farklı, verilerin dünyasında ise bambaşka bir tablo çiziyor. İktidar kanadı ve ekonomi yönetimi sık sık kötünün geride kaldığını, iyileşmenin giderek daha görünür hale geldiğini ifade ediyor. Oysa sanayiciler, ihracatçılar ve reel sektör temsilcileri sahada bambaşka bir gerçeklikle yüz yüze. Son dönemde ardı ardına açıklanan makroekonomik göstergeler, bu çelişkiyi gözler önüne seriyor.
Haftaya pek iç açıcı olmayan ISO PMI verileriyle başladık. İmalat sanayine dair en güncel eğilimleri gösteren PMI endeksi, haziran ayında 46,7’ye gerileyerek önceki aylardaki 47,3 seviyesinin de altına indi. Bu veri, imalat sanayinde daralmanın sürdüğüne işaret ediyor. Zira PMI’ın 50’nin altında olması, üretim ve siparişlerdeki ivmenin yavaşladığını gösterir. Üstelik ISO tarafından açıklanan on alt sektörün tümünde PMI değeri 50’nin altında kaldı. En dramatik tablo ise tekstil ürünleri sektöründe karşımıza çıktı; burada endeks 38,1 gibi oldukça düşük bir düzeye indi. Zaten son dönemde tekstil sektöründen yükselen şikayetlerin altında yatan temel neden de bu.
Tabii yalnızca haziran ayı verilerine bakarak büyük sonuçlar çıkarmak hatalı olur. Ancak üç aydır arka arkaya düşen PMI rakamları, enflasyonla mücadele politikalarının sanayi üzerindeki etkilerini artık net biçimde hissettirmeye başladığını ortaya koyuyor. Bu durum, yaz aylarında yeni bir canlanma beklentisini de oldukça zayıflatıyor. Türkiye ekonomisinin resesyona benzer bir durgunluğa doğru ilerlediğine dair işaretler güçleniyor.
Ekonomi yönetiminin olumlu tablo çizme çabalarına rağmen diğer göstergeler de çok farklı bir hikaye anlatmıyor. Örneğin dış ticaret cephesinde de yapısal sıkıntılar devam ediyor. Uluslararası piyasalarda enerji fiyatlarının Türkiye lehine seyrettiği, petrol başta olmak üzere pek çok girdide maliyet avantajlarının yaşandığı bir dönemde bile dış ticaret performansındaki iyileşme sınırlı kalıyor. Cari açıkta yaşanan daralmanın önemli bir kısmı dışsal faktörlerden kaynaklanıyor; bunu doğrudan ekonomi yönetiminin başarısına yazmak güç. Daha da önemlisi ihracatın ithalatı karşılama oranındaki artış, beklenildiği kadar güçlü değil. Üstelik ithalat faturasındaki düşüşe rağmen oran artıyorsa, bu durum ithalatın miktar bazında yeniden yükselişe geçtiğini ima ediyor. Yani talep tarafında canlanma henüz ihracata yansıyacak boyutta değil, tersine iç talep ithalat kanalıyla hareketlenmeye başlıyor.
Diğer tarafta Türkiye ekonomisi ciddi bir mali kaynak arayışı içinde. Yabancı sermayeyi çekmek için uygulanan yüksek faiz-düşük kur politikası kısa vadede sermaye girişlerini özendiriyor gibi görünse de uzun vadede üretim ve ihracat açısından riskli bir tercih. Bu sarmaldan çıkış için hükümet turizm gelirlerine büyük umut bağlamıştı. Ancak son açıklanan trend verileri, turizmde yapısal sorunların varlığını koruduğunu, artış hızının da önemli ölçüde yavaşladığını gösteriyor. Türkiye turizmi genel anlamda hala büyüme eğiliminde olsa da, son yıllarda hız kaybı net şekilde hissediliyor. Bu da döviz ihtiyacını karşılamak için beklentilerin üzerine yüklenilmesini kırılgan hale getiriyor.
Tüm bu göstergeler bize Türkiye ekonomisinin münferit bazı alanlardaki görece olumlu gelişmelere bakarak genel anlamda sağlıklı bir iyileşme sürecine girdiğini söylemenin çok zor olduğunu anlatıyor. Siyasi beyanlarla ekonomik gerçekler arasındaki uçurum, reel sektörün yaşadığı zorlukları daha da belirgin kılıyor. Aslında ekonomi yönetiminin bu verileri soğukkanlı bir şekilde okuyup, meseleyi yalnız para politikasının dar çerçevesinden çıkararak daha geniş çaplı bir kalkınma vizyonuna dönüştürmesi gerekiyor. Üretimi, ihracatı ve istihdamı önceleyen; yapısal sorunlara odaklanan, kısa vadeli sermaye girişlerine bağımlılığı azaltan bir strateji olmadan sözle çizilen pembe tabloların sahada karşılık bulması mümkün görünmüyor.
Türkiye’nin yüksek enflasyon, durgunlaşan üretim ve sürekli sermaye ihtiyacının yarattığı bu kırılgan dengeden çıkışı, ancak siyasetten olabildiğince arındırılmış, veriye ve planlamaya dayalı bütüncül bir kalkınma programıyla mümkün olabilir. Aksi halde ekonomi, dışarıdan gelecek şanslı rüzgarlara bel bağlayarak yol almaya devam etmek zorunda kalacak. Bu da sürdürülebilir bir gelecek vizyonu sunmak bir yana, krizleri sadece ötelemenin bir yolu olur. Ekonomide kelimelerle değil, rakamlarla konuşmaya geri dönmenin zamanı çoktan geldi.










