Küresel ekonomi son birkaç on yıldır olağanüstü bir değişim sürecinden geçiyor. Sanayi devriminden bu yana yaşanan belki de en büyük dönüşüm, artık yalnızca üretim ve ticaretin değil, tüm stratejik hesapların yeniden yazılmasına neden oluyor. Bu yeni dönemi anlamak için iki temel soruya odaklanmak gerekiyor: Dünya, gerçekten bir büyüme savaşına mı hazırlanıyor, yoksa büyük oyuncular yeni bir güç dengesi kurmanın peşinde mi?
Ekonomik büyüme, ulusların refahını artıran, toplumsal huzuru güçlendiren, teknolojik ilerlemeyi hızlandıran bir lokomotif. Ancak aynı zamanda büyüme, küresel güç sıralamasında üst sıralara çıkmak için de en önemli araç. Bugün Çin’in yükselişi, Hindistan’ın güçlü ivmesi, Avrupa’nın dijital dönüşüm hamleleri ve ABD’nin teknoloji odaklı hegemonya çabaları hep bu bağlamda okunmalı. Ülkeler yalnızca daha fazla zenginleşmek için değil, dünya sahnesinde daha fazla söz sahibi olabilmek için de büyümek istiyor. Bu nedenle rekabet, çoğu zaman ticari anlaşmazlıkların ötesine geçip jeopolitik bir mücadeleye dönüşüyor.
Dünya ekonomisinin yeni rotasında başrolü oynayan unsur, kuşkusuz teknoloji. Yapay zeka, yarı iletkenler, biyoteknoloji, yeşil enerji ve hatta uzay ekonomisi ülkeler için yalnızca sanayi politikası meselesi değil, ulusal güvenlik konusu haline gelmiş durumda. ABD ile Çin arasındaki teknoloji ambargoları ve karşılıklı yaptırımlar bunun en somut göstergesi. Bu tablo bize aslında küresel rekabetin klasik ticaret savaşlarından çok daha karmaşık ve derin olduğunu anlatıyor. Ülkeler artık sadece daha fazla mal satmak için değil, stratejik teknolojilerde üstünlüğü ele geçirmek için de yarışıyor.
Ancak tüm bunlar olurken dünya ekonomisinin yapısal kırılganlıkları da büyüyor. Küresel borçluluk rekor seviyelerde. Pandemi sonrası gevşek para politikalarının mirası olan yüksek enflasyon dalgası hâlâ birçok ülkede kontrol altına alınabilmiş değil. Enerji ve gıda fiyatları, jeopolitik krizlerin tetiklediği arz şoklarıyla sık sık dalgalanıyor. Bu belirsizlik ortamında sermaye akışları daha seçici hale geliyor; yatırımcılar artık yalnızca büyüme potansiyeline değil, siyasi ve hukuki istikrara da bakıyor. Bu durum özellikle gelişmekte olan ülkeler için fırsat kadar risk de barındırıyor.
Güç dengeleri açısından bakıldığında ise eski dünya düzeni ciddi biçimde sarsılmış durumda. ABD ve Avrupa hâlâ küresel finansın ve inovasyonun merkezi olsa da Çin, Rusya, Hindistan gibi ülkeler alternatif ittifaklar ve ticaret hatları kurarak Batı merkezli sistemi kısmen dengelemeye çalışıyor. Kuşak ve Yol Girişimi, BRICS’in genişleme hamleleri, yerel para birimleriyle ticaret projeleri hep bu arayışın parçaları. Bu, dünya ekonomisinin tek kutuplu yapıdan daha çok çok-kutuplu bir yapıya evrildiğinin işareti.
Bütün bu tablo, küresel ekonomik düzenin aslında hem bir büyüme savaşı hem de yeni bir güç dengesi kurma çabası içerisinde olduğunu gösteriyor. Ülkeler bir yandan teknolojik üstünlük, daha büyük pazar payı ve sermaye çekme yarışı içindeyken; diğer yandan askeri gücü, enerji kartlarını, lojistik hatları ve diplomatik ittifakları da masaya koyarak daha karmaşık bir oyunu oynuyorlar. Dünya ekonomisinin yeni rotası tam olarak burada şekilleniyor: Hızlı büyümenin yarattığı fırsatların yanında, artan rekabetin doğurduğu kırılganlıklar ve bölgesel gerilimler.
Sonuçta bu yeni küresel sahnede kazananlar yalnızca üretimi artıranlar değil, aynı zamanda riskleri doğru yönetenler, kurumlarını güçlendirenler ve toplumsal dayanışmayı koruyabilenler olacak. Dünya belki hiç olmadığı kadar bütünleşik; ama aynı zamanda hiç olmadığı kadar parçalanmaya da açık. Bu çelişki, 21. yüzyılın ekonomi-politiğinin temel gerçeği.










